130 sonuçlar
Arama Sonuçları
Listeleniyor 1 - 10 / 130
Öğe Abdülhak Şinasi Hisar’ın dil konusundaki görüşleri ve eleştiri anlayışı(Batman Üniversitesi, 2014) Zariç, MahfuzYer yer kullandığı dilin eskiliği vurgulanan, romanları ve romancılığı ile tanınan Abdülhak Şinasi Hisar, pek çok konuya yer verdiği deneme ve eleştiri yazılarında dil ve tenkit sorunlarına da yer vermiştir. Eski söz dağarcığının korunması ile birlikte dilde sadeleşmeye taraftar olan Hisar, edebiyatın gelişmesi için de eleştiri sanatının önemini vurgulamış, eleştirinin nasıl olması gerektiği hakkında görüşler ileri sürmüş, Türk edebiyatında tenkit noksanlığına dikkat çekmiştir. Hisar, kendisi de yazdıkları ile sanatçı eleştirisinin örneklerini vermiştir.Öğe Bâkî, Fuzûlî, Şeyhülislâm Yahyâ ve Nedîm divanlarında haz kavramı(Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2015) Bozkurt, KenanMutluluk uyandıran, zevk veren tüm duyguların karşılığı olarak kullanılan haz kavramı, Divân şiirinde çok sık olarak işlenen temalardandır. Haz, şâirlerin hazza bakışlarına, kişisel özelliklerine, mensubu olduğu düşüncelere, bağlı olduğu tarikatlara göre farklılık arz etmektedir. Bazı şâirler, şiirlerinde dünyevi arzuları, bedensel zevkleri işlerken bazı şâirler ise manevîyattan, aşk ve aşkın hallerinden duydukları zevki konu edinmektedirler. Kişinin haz kavramını ele alması, kişiyi hazzı yaşayan biri haline getirmez. Kişinin hazzı yaşayan, onu tadan biri olması için hazzı hayatının merkezine oturtup ona dair bir felsefî altyapı oluşturması gerekmektedir. Haz kavramını ele alan birçok Divân şâirinin bu felsefî ve düşünsel altyapıyı oluşturduklarını, aşk kavramını ele alırken bu felsefî ve düşünsel altyapıdan hareket ettiklerini görürüz. Şâirlerin kendilerini rind, âşık, mutasavvıf, zahid olarak tanıtmaları onların aldıkları hazzın felsefî arka planı hakkında bilgiler verir. Ama Divân şiirinin klişe yapısı içinde, hazzın da klişe bir kavram olarak kullanıldığına şahit olmaktayız. Hayatı boyunca içkinin bir damlasını ağzına almayan, meyhânenin yolunu bile bilmeyen şeyhülislâmların şarabın ve meyhânenin verdiği zevkten başlarının nasıl döndüğünü ballandırarak anlattığı görülür. Peki bunu nasıl izah etmeliyiz? Bunu izah için de devreye Divân şiirinin sembol dili girmekte; şarap, meyhâne gibi kavramlar tasavvufun sembolik dilindeki anlamlarıyla düşünmemiz gerekmektedir ki şâirlerin asıl maksatlarını ne olduğunu anlayabilelim. Bu çalışmamızda Divân şiirinin dört büyük şâiri Bâkî, Fuzûlî, Şeyhülislâm Yahyâ ve Nedîm’in divânlarında hazzı nasıl ele aldıklarını incelemeye çalışacağız.Öğe Batman Ezidilerinin defin pratikleri üzerine etnografik değerlendirmeler(Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, 2015-08-04) Can Emmez, BerivanEzidî inancı, evrenin yaratılışı ve ölümden sonra yaşam konularında oldukça ilgi çekicidir. Ölümden sonra yaşam, başka bir deyişle ruhların göçü Ezidî dininin temel unsurlarından birini teşkil eder. Ezidîlerde ölüm, libas/kiras guherîn (elbise/gömlek değiştirmek) olarak adlandırılır ve ölenin başka bir bedende dünyaya yeniden geleceğine inanılır. Bu sebeple defin pratikleri de yaradılış, ölüm ve yeniden doğuş dramasını sergileyen kozmik döngü üzerine kuruludur. Sözlü olarak aktarılan bir din olan Ezidîlik, ulusal ve uluslararası birçok araştırmaya konu olsa da yapılan araştırmalar tarihi belgeler üzerinde yoğunlaşmakta, cenaze ritüelleri ve defin pratikleri gibi geleneklerle ilgili olarak oldukça sınırlı bilgiler içermektedir. Bu çalışmada Batman’ın Beşiri ilçesinde Ezidîlerin yaşadığı köylerde 2013-2014 yılları arasında yapılan alan araştırmalarından yola çıkılarak Batman Ezidîlerinin defin pratikleri ile ilgili bilgiler verilmiş ve Ezidî dinsel ve toplumsal yaşamının tüm düzlemlerinde kendini gösteren, düzenli olarak kendini yenileyen kutsal yaşama olan inancın bu pratiklerin temel unsurlarını nasıl biçimlendirdiği incelenmiştir. Ezidî inancında var olan evrensel bir olgu olarak ölümden sonra yaşama dair tasavvurun Asur ve Babil gibi kadim Mezopotamya kültürlerinden bugüne ulaşan kalıntılarla beslendiği ortaya konulmuştur.Öğe Erzurumlu Kadı Mustafa Darîr hakkında bir bibliyografya denemesi(Uluslararası Sosyal ve Beşeri Bilimler Araştırma Dergisi, 2019-12-10) Bozkurt, Kenan14. yüzyılın önemli şair ve nasirlerinden olan, doğuştan kör olduğu için kaynaklarda kendisinden Darîr/Gözsüz diye bahsedilen Mustafa b. Yûsuf b. Ömer ed-Darîr el-Erzeni’r-Rûmî, Türkçenin konuşulduğu Anadolu, Suriye, Mısır gibi değişik coğrafyalarda hayatını sürdürmüştür. Erzurum’da doğup burada yetiştiği için “Erzurumlu” olarak anılmaktadır; ancak onun hayatı hakkındaki bilgilerimiz, kaynak eksikliğinden dolayı oldukça sınırlı olup kendisinin eserlerinde verdiği sınırlı bilgiden ibarettir. Yazdığı eserlerle tanınan Darîr, özellikle Kıssa-yı Yûsuf ve Sîretü’n-Nebî adlı eserleriyle kendinden sonra yetişmiş ve bu alanda eser vermiş şairleri etkilemiştir. Bu anlamda Darîr’i Anadolu’da teşekkül eden İslam etkisindeki Türk edebiyatının kurucu şahsiyetlerinden biri olarak görmek gerekmektedir. Onun bu önemi, yazdığı eserlerde de kendini göstermekte olup eserleri, Türk nesir dilinin şekillenmesindeki etkisinden dolayı bu alanda çalışma yapacaklar için bir hazinedir. Eserlerinin dil tarihi araştırmalarında sahip olduğu özellikten ötürü yerli ve yabancı birçok araştırmacının dikkatini çekmiş ve eserleri üzerinde araştırmalar yapılmıştır. Bu çalışmamız, son zamanlarda bilimsel alanlarda gittikçe ihtiyaç duyulan bibliyografya çalışmalarına katkı sunmak amacıyla Kadı Darîr ve eserleri üzerinde yapılan çalışmaların bir kaynakça tasnifini içermektedir. Bu amaçla da Darîr ve eserleri üzerinde yapılan kitap, tez, makale, bildiri, ansiklopedi maddeleri, edebiyat tarihleri vb. çalışmaların kaynakça tasniflerini içermekte olup bir bibliyografya denemesi olarak hazırlanmıştır.Öğe Bir mekân iki dünya: Sezai Karakoç ve İlhan Berk'in İstanbul algısı(Kırıkkale Üniversitesi, 2012-11) Karadeniz, MustafaCumhuriyet Dönemi Türk Şiiri, biçim ve içerik yönünden renkli ve çok sesli birgörünüm sergiler. Farklı sanat algıları ve dünya görüşleri doğrultusunda üretilen şiirlerdeşairlerin; insana, tarihe, mekâna yönelik algılamalarının farklı olduğu görülür. Öyle ki, aynıtopluluğa mensup sanatçılar arasında bile yazınsal ve düşünsel bağlanımlar bakımındanihtilaflar söz konusu olabilmişti.Türk şiirinin iki önemli ismi, Sezai Karakoç ve İlhan Berk, aynı topluluğa mensupolsalar da, estetik temayülleri ve dünya görüşleri itibariyle birbirlerinden ayrılırlar. Şiirinin“şahdamar”ını İslam mistisizminin oluşturduğu Karakoç, modern şiir dilini kullanarakTürk şiirini mistik/metafizik bir düzleme taşımıştır. Sanat anlayışının temel ekseninioluşturan bu fikrî temayül, onun ele aldığı temalara ve imge kullanımına sirayet etmiştir.Düşünsel açıdan İkinci Yeni şiirinin Marksist/materyalist kanadına mensup İlhan Berk ise,sanat yaşamı boyunca sürekli yeni bir şiir dili ve biçemi yaratmanın kaygısıyla hareketetmiştir. Bu avangard/deneysel tavır, Berk’in şiirlerini verili kalıpların ötesine taşımıştır. Karakoç ve Berk’in poetik ve - özellikle - fikrî temayülleri arasındaki farklılıklar,onların İstanbul’u alımlama tarzlarına da sirayet etmiştir. Karakoç, İstanbul’u İslam medeni yeti için “diriliş”in, yeniden doğuşun kalbi olarak değerlendirirken, İlhan Berkİstanbul’a, “bir tepeden” değil halkın içinden bakmış, şehri bağrında yaşattığı çeşitli etnikve dinî unsurlarla bir dünya şehri olarak algılamıştır. Söz konusu iki şairin, İstanbul eksen alınarak, estetik ve - özellikle - fikrîtemayülleri arasındaki farklılık ve benzerlikler açısından bir mukayeseye tabii tutulması bu bildirinin konusunu oluşturmaktadır.Öğe 1950-1980 arası İslami duyarlıklı öykü anlayışı ve öykücüler(Akademik Bakış Dergisi, 2017-03-01) Zariç, Mahfuz1950-1980 arası dönemde öykü kaleme alan isimlerden bir kısmı ortak bir dini duyarlık göstermişlerdir. Bu anlayışla kaleme alınmış eserlerde yazarlar, İslami değerleri insani değerlerle özdeş görüp ön plana çıkarmıştır. Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Şevket Bulut, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Mustafa Kutlu, İsmail Kıllıoğlu, Durali Yılmaz, Ali Haydar Haksal, Hüseyin Su ve Ramazan Dikmen gibi isimler tarafından temsil edilen bu öykü anlayıĢında anlatıda edebi değerin sağlanması göz ardı edilmemiştir. Bu öykücüler aynı zamanda geleneksel anlatı birikiminden de faydalanmışlardır. Yazarlar, İslami duyarlıklı öykücülükte modern anlatı tekniklerinden faydalanmıştır. Kişi merkezli kurgularında vakadan ziyade duyuşlara odaklanmışlardır. Yazarlar öykülerinde ölüm, aile, taşra hayatı, arayış ve acziyet gibi konuları izleğe dönüştürmüĢlerdir. Batı edebiyatını yakından takip edip onlar gibi yazmaya çalışan bu öykücüler, kişi kadrolarını genellikle aile bireyleri, yakın akrabalar ve dost çevreleri; kendini yalnız hisseden anlaşılmadığını düşünen gençler ve kente uyum sağlamaya çalışan insanlardan seçmişlerdir. Bu yazarların göndermelerinin önemli bir kısmı Kur’an ayetlerine, hadislere, İslam tarihine, kıssalara ve menkıbelere dönüktür. İslami duyarlıklı öykücüler mekân itibariyle çoğunlukla kasaba edebiyatı olarak da nitelenebilecek ürünler ortaya koymuşlardırÖğe Yüreği vatan aşkıyla atan bir Şâir: Yûsuf Hâlis Efendi ve Şehnâme-İ Osmânî’si(Tidsad Türk İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2019-03) Bozkurt, Kenan1853’ten başlanarak Kırım Savaş’ı boyunca yazılan ve Ceride-i Havâdis’te yayımlanan şiirlerin 1855 yılında bir araya getirilmesiyle oluşturulan Şehnâme-i Osmânî, savaşın değişik yönleriyle ele alınıp aktardığından tarihi bir belge niteliğindedir ve aynı zamanda millet ve vatan duygusunu şiirde ilk kez ele alınmış olması bakımından oldukça önemlidir. Özellikle 102 beyitlik “Vatan Kasîdesi”, vatan konusunda yazılmış ve vatan sevgisini işleyen ilk şiirdir. Bu yönüyle Yûsuf Hâlis’i “Namık Kemal’den önce vatan düşüncesini şiire taşıyan ilk şâir” olarak tanımlamak ve bir abide olarak kabul etmek gerekir. Ancak bu kadar önemli bir şâir ve eseri, maalesef gölgede kalmış ve hak ettiği değer, kendisine verilememiştir. Yûsuf Hâlis, çok yönlü bir şâir olmakla beraber, sonradan yetişen Namık Kemal gibi büyük şâirlerin gölgesinde kalması ve ikinci derece bir şâir olması, onun tanınmasına engel olmuştur. Bu çalışmamızda Yûsuf Hâlis Efendi’nin hayatı ve eserleri hakkında bilgi verip Şehnâme-i Osmânî adlı eserini tanıtacağız. Çalışmanın sonunda da eserin transkripsiyonu metnini vereceğizÖğe Hanımlara mahsus gazete(İSAM - İslam Araştırmaları Merkezi, 2016) Öztürk, Zehra19 Ağustos 1311 (31 Ağustos 1895) tarihli ilk sayısında derginin sahibi İbnülhakkı Mehmed Tâhir Efendi, “Tahdîs-i Ni‘met-Ta‘yîn-i Meslek” başlığı altında yayın politikalarını “okuyup yazmayı seven, eğitimli, dindar, iyi ahlâk sahibi, iyi eş ve iyi anne özelliklerine sahip Osmanlı müslüman hanımı yetiştirmek” diye açıklamıştır. Bu amaçla kemâl-i edeb ve iffet dairesinde yazılmak şartıyla kadınlara mahsus her türlü ahval, faydalı makaleler ve günlük havâdisler neşredilecektir. Derginin gelirinden yüzde beşinin kimsesiz gelinlik kızlara çeyiz parası olarak verileceği ifade edilmiştir. Önceleri haftada iki defa, 202. sayıdan itibaren bir defa sekiz ile on iki sayfa olarak çıkan dergi 1895-1908 yılları arasında kesintisiz devam ederek 624 sayı neşredilmiştir. Hanımlara Mahsus Gazete’de Fatma Şâdiye Hanım “müdîre”, Nigâr bint Osman başyazar olarak görünmektedir. 1904-1908 arasında Ziya Şakir dergi müdürlüğünü üstlenmiştir. Yazar kadrosunda Fatma Aliye ve Emine Semiye (Ahmed Cevdet Paşa’nın kızları), Zeyneb (Ahmed Cevdet Paşa’nın torunu), Leylâ (Saz), Fatma Makbule Leman, Ayşe Sıdıka, Hamiyet Zehra, Gülistan İsmet, Keçecizâde (Elif) İkbal, Münire, Nedime, Zekiye, Rânâ bint Saffet, Hatice Aliye, Fatma Fahrünnisa (Ahmed Vefik Paşa’nın torunu), Hâlide bint Edib (Halide Adıvar), Güzide Sabri (Aygün) gibi hanımlar yanında İbnülhakkı Mehmed Tâhir, Ahmed Midhat Efendi, Ahmed Râsim, Avanzade Mehmed Süleyman, Nazikîzâde Mehmed Hilmi, Mustafa Âsım, Fâik Sabri, Ali Muzaffer, Ziya Şakir gibi erkekler de yer almaktadır. Ayrıca “Aile Hekimi”, “Bir Muallime”, “Bir Köylü Kadını”, “Çingene Kızı”, “Satılmış” gibi takma adlar kullanan yazarlar ve kadın kimliğiyle yazan erkek yazarlar da mevcuttur. Ahmed Râsim “(Elif) Râsime, Leylâ Feride”, Hüseyin Remzi “Hoca Hanım” takma adlarını kullanmıştır. 1904-1908 yıllarında çıkan sayılarda imzasız yazılar çoğunluktadır. Dergide resmî yazılar, duyurular, haberler dışında makale, mektup, roman, hikâye, şiir gibi edebî türlere, eleştirilere ve yabancı yazarlardan tercümelere yer verilmiştir. Makalelerde kadınların eğitimi ve kız çocuklarının okutulması konusu sıkça işlenmektedir. Ayrıca sağlık, din, evlilik ve aile hayatı, çocuk yetiştirme, ailede terbiye, ev idaresi, giyim kuşam, güzellik, fen bilimleri, güzel sanatlar, bulmaca, müzik gibi hususlar dergide yer almaktadır. Okuyucu mektupları da burada önemli bir yer tutmuştur, dolayısıyla derginin çok sayıda okuyucusunun olduğu anlaşılmaktadır. Sadece İstanbul ve diğer Osmanlı topraklarından değil Fransa ve Kafkasya’dan da okuyucu mektupları gelmiştir. 1896’da çıkan 64. sayıda Hayriye Mağmûme’nin Tiflis’ten yolladığı “Büyük İftihar” başlıklı mektupla 1901 yılına ait 114/316 sayılı dergide “Avrupa’da Hanımlara Mahsus Gazete” başlıklı bir haber-yazı mevcuttur. Derginin genellikle moda, biçki dikiş, nakış, elbise ve işleme örnekleri, bilmece gibi konuları içeren “Hanımlara Mahsus Gazete’nin İlâvesi” ve “Kısm-ı Musavver” gibi adlarla çıkmış bol resimli ekleri de vardır. Bunun dışında uzunca bir süre “Hanım Kızlara Mahsus Nüsha” adıyla ayrı bir ek yayımlanmış, dergide zaman zaman “Çocuklara Mahsus Gazete”, “Çocuklara Mahsus Resimli Hikâye” gibi bölümlere yer verilmiş, “Hanımlara Mahsus Gazete Kütüphanesi” başlığı altında çeşitli kitaplar tanıtılmıştır. Hanımlara Mahsus Gazete’de tefrika edilen eserlerin bir kısmı kendi matbaasında basılarak kitap halinde çıkmış, dergide bunlara dair “Matbaamızda Tab‘ Olunarak Satılmakta Bulunan Kitaplar” başlığı altında bilgi verilmiştir. Hanımlara Mahsus Gazete hayır işleriyle ilgili faaliyetlere de katılmış, bunlarla ilgili organizasyonlarda yer almıştır. Kimsesiz gelinlik kızlara, öksüz ve yetimlere, yaralı askerlere ve asker ailelerine, şehid yetimlerine yardım konusunda komisyonlar kurulmuş, sergiler düzenlenmiştir. Hanımlara Mahsus Gazete’nin yöneticileri devletten teşvik ve taltif görmüştür. Arşivdeki bir belgeye göre, padişahın İslâm kadınını ilerletmek için açtığı yol sayesinde pek çok müslüman kadının bu gazetede yazısı çıkmış, böylece İslâm hanımlarının ne kadar ilerlemiş olduğu Batı milletlerince de görülmüştür. Bunun derginin başyazarı Nigâr Hanım’la müdürü Şâdiye Hanım sayesinde başarıldığı bilinmektedir. Dergide yazısı çıkan kadınlara Şefkat nişanı verildiği gibi Nigâr Hanım ve Şâdiye Hanım’a da İslâm kadınlarının ilim tahsiline ve eğitimine katkılarından dolayı 4 Kasım 1897’de üçüncü rütbeden Şefkat nişanı verilmiştir (BA, İ.TAL., nr. 123/30, 1315/C-30). Diğer bir belgeye göre şehid evlâtlarına ve yaralı askerlere yardım sergisinde yardım toplama ve eşya satışı konusunda yayımladıkları makaleler takdire şayan görülerek Nigâr Hanım ile Şâdiye Hanım’ın Şefkat nişanları ikinciye tebdil edilmiştir (BA, İ.TAL., nr. 161/43, 1316/Ş.-43). II. Abdülhamid döneminde en canlı neşriyatını yapmış olan dergi yayımlanmasında maddî sıkıntılarla karşılaştığında devletten yardım almıştır. Nitekim böyle bir durumda iken derginin sahibi Mehmed Bey’in dilekçesi üzerine 8 Ekim 1905’te tahsisattan bir miktar para gönderilmesine karar verilmiştir (BA, DH.MKT. 1014/47, 1323.Ş). Derginin II. Meşrutiyet’ten sonra eski canlılığı kalmamış, sadece bir resimli kadın dergisi hüviyetine bürünmüş ve ardından yayın hayatına son verilmiştir. Hanımlara Mahsus Gazete, 1910 yılında Selânik İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ne dayalı olarak kurulan Teâlî-i Vatan Osmanlı Hanımlar Cemiyeti’nin yayın organı şeklinde yeniden yayımlanmıştır. Meşrutiyet’in başlangıç yıllarının en güçlü kadın örgütü olan bu cemiyet 17 Kasım 1909’da Selânik’te kurulmuş ve kısa sürede İstanbul’da da teşkilâtlanmıştır. Hanımlara Mahsus Gazete böylece yayın hayatına elli sayı kadar devam etmiştir. İmtiyaz sahibi yine İbnülhakkı Mehmed Tâhir, müdürü de Fatma Şâdiye Hanım’dır. Esas dergi nüshalarının İstanbul’da bulunduğu kütüphaneler Hasan Duman’ın Arap Harfli Süreli Yayınlar Toplu Kataloğu 1828-1928 adlı kitabında kaydedilmiştir. Dergide yayımlanmış yazıların ve yazarlarının adları İstanbul Kütüphanelerindeki Eski Harfli Türkçe Kadın Dergileri Bibliyografyası’nda toplu halde yer almaktadır. Hanımlara Mahsus Gazete’yle ilgili olarak üniversitelerde şu tezler hazırlanmıştır: M. Fetih Yanardağ, Hanımlara Mahsus Gazete Üzerine Bir Araştırma (1995, yüksek lisans tezi, Dicle Üniversitesi); Elizabeth Brown Frierson, Unimagined Communities. State, Press and Gender in the Hamidian Era (1996, Ph.D. Dissertation, Princeton University); Hale Gürbüz, Hanımlara Mahsus Gazete (2001, yüksek lisans tezi, Erzurum Atatürk Üniversitesi); Arzu Şeyda, Hanımlara Mahsus Gazete (101-200) (Tahlilî Fihrist, İnceleme, Seçilmiş Metinler) (2003, yüksek lisans tezi, Erzurum Atatürk Üniversitesi); Aybala Arı, Hanımlara Mahsus Gazete (201-300) (Tahlilî Fihrist, İnceleme, Seçilmiş Metinler) (2004, yüksek lisans tezi, Erzurum Atatürk Üniversitesi).Öğe Züleyha(İSAM - İslam Araştırmaları Merkezi, 2013) Öztürk, ZehraKur’an’da Yûsuf sûresinde Mısır azizinin eşi ve Yûsuf’a âşık olan kadın olarak yer almasına rağmen Züleyhâ’nın (Zelîhâ) adı geçmez. Tevrat’ta da Mısır azizinden Potifar adıyla söz edilirken eşinin adı verilmez, sadece İslâm sonrası bir yahudi literatüründe (Yashar wa-Yesheb) Züleyha diye anılır. Potifar Arapça kaynaklara Itfir, Kıtfîr, Katîfir, Kutayfer şeklinde intikal etmiş, karısından Zelîha/Züleyha veya Râil/Raîlâ adıyla bahsedilmiş, özellikle Farsça ve Türkçe mesnevilerde ise Zelîha ismi daha yaygın biçimde kullanılmıştır. Bazı mesnevilerde bu ismin Zilha, Zelhâ olarak harekelendiği görülmektedir. Yûsuf sûresinde Züleyha’ya dair şu bilgiler verilir: Yûsuf köle olarak Mısır’da satıldığında çocuğu olmayan hükümdarın veziri (aziz) onu alır ve karısına çocuğu evlât edinmek istediğini ve ona iyi bakmasını söyler. Yûsuf erginliğe ulaşınca Züleyha güzelliğinden dolayı ona göz koyar ve onu elde etmek için çareler arar. Bir gün kapıları kapatarak Yûsuf’u mahremine davet eder. Ancak Yûsuf efendisine ihanet edemeyeceğini söyleyerek ondan kaçar ve kapıya doğru koşar, Yûsuf’a yetişen kadın onu arkasından yakalarsa da gömleği yırtılan Yûsuf bu sayede Züleyha’nın elinden kurtulur. Tam o sırada kapıda azizle karşılaştıklarında Züleyha, Yûsuf’un kendisine saldırdığını ileri sürer. Ancak Yûsuf’un gömleğinin arkadan yırtılmış olması kadının haksızlığını ortaya çıkarır. Diğer taraftan şehrin ileri gelenlerinin hanımları azizin karısının kölesinden murat almak istediği yolunda dedikodu yaparlar. Züleyha da onları evine çağırıp önlerine meyve koyar, ellerine de birer bıçak verir; kadınlar bıçakla meyveleri soyarken Yûsuf’u karşılarına çıkarır. Yûsuf’u gören kadınlar güzelliği karşısında şaşırır ve bıçakla ellerini keserler. Azizin karısı da, “Benim murat almak isteyip karşılık bulamadığım işte bu hârikulâde gençtir diyerek kendini savunur. Buna rağmen Yûsuf dedikoduları önlemek amacıyla zindana atılır. Zindanda iken Mısır hükümdarının gördüğü bir rüyayı tabir etmesi için saraya çağrılınca ellerini kesen kadınlar suçsuzluğunu açıklığa kavuşturmadıkça zindandan çıkmayacağını söyler. Hükümdarın huzuruna getirilen kadınlar Yûsuf’un suçsuz olduğunu bildirirler; azizin karısı da kendisinin ondan murat almak istediğini, ancak bunu kabul etmediğini söyler. Bu olaylar tefsir kitapları ile peygamber kıssalarında daha geniş biçimde ele alınmış, bu anlatımlarda genellikle İsrâiliyat’tan faydalanılmış ve sanatkârlarca süslenmiştir. Yûsuf kıssası çevresinde oluşturulan hikâyeler daha sonra yahudi folkloruna da girmiştir. Yûsuf peygamberin hayatı müslüman milletlerin edebiyatlarında sıkça ele alınmıştır. Onun hikâyesi genişletilip yer yer diğer hikâyelerle zenginleştirilerek âdeta bir destan haline getirilmiş, meclislerde anlatılmış, şairler tarafından müstakil eserler kaleme alınmıştır. Züleyha’nın edebiyatta işlenen kimliğiyle tarihî kimliği birbirinden farklıdır. Dinî kaynaklarda kendisinden fazla bahsedilmez, hatta ismi bile anılmaz. Bazı eserlerde azizin karısı ve kötü niyetli bir kadın olarak tanıtılır. Hz. Yûsuf’u konu alan hikâyelerde ise kendisinden söz edilerek yaptıklarından dolayı âdeta mâzur görülmüş, sevdiğine kavuşmak için her şeyi göze alan bir âşık kimliğiyle takdim edilmiştir. Nitekim çok güzel olan ve nazla büyütülen Züleyha daha Mağrib Hükümdarı Taymus’un kızı iken rüyasında Yûsuf’u görerek ona âşık olur. Yûsuf rüyada kendisinin Mısır azizi olduğunu, ileride evleneceklerini, bu sebeple hiçbir erkeği kabul etmeyip kendisini beklemesini söyler; evlenecek çağa geldiğinde Züleyha rüyası sebebiyle hiç görmediği Mısır aziziyle evlenir. Fakat karşısına rüyada gördüğü kişi değil Kıtfîr çıkar. Yıllar sonra Kıtfîr, Yûsuf’u köle olarak eve getirince Züleyha onun rüyada gördüğü genç olduğunu anlayarak ona kavuşmanın yollarını arar. Bir başka anlatıma göre Züleyha, Yûsuf zindana atıldıktan sonra yaptıklarına pişman olur. Yûsuf zindandan çıkıp Mısır’da önemli mevkilere geldikten ve aziz öldükten sonra Züleyha tamamen gözden düşer, servetini kaybederek bir kulübede yaşamaya başlar. Zaman içinde yaşlanıp gözleri kör olur, ayrıca puta tapmaktan vazgeçip hidayete erer. Yûsuf bir gün atıyla saraya dönerken Züleyha onun yoluna çıkar ve tekrar karşılaşmış olurlar. Züleyha Yûsuf’tan kendisi için dua etmesini ister, Yûsuf’un duasıyla gençleşip gözleri açılınca Yûsuf onunla evlenir. Daha önce evlenmiş olmasına rağmen Yûsuf Züleyha’nın bâkire olduğunu anlar; böylece Züleyha’nın da rüyasında gördüğü Yûsuf’a verdiği sözü tutmuş olduğu anlaşılır. Züleyha’nın Yûsuf’tan Efraîm ve Mîşâ adlı iki oğlu ile Rahmet adlı bir kızı dünyaya gelir. Züleyha, Yûsuf ile evlendikten sonra kendini tamamen ibadete verir, bu defa Yûsuf ona yöneldiği halde Züleyha kaçar. Hatta bir seferinde kaçarken eteği arkadan yırtılarak Yûsuf’un elinde kalır, Züleyha da ona, “Bu öncekinin karşılığıdır” der. Yûsuf, Züleyha için bir ibadethâne yaptırır ve Züleyha ömrünü ibadetle geçirir. Konuyu işleyen mesnevilerde, özellikle Abdurrahman-ı Câmî’nin Farsça eserinde ve Türkçe yazılmış “Yûsuf ve Züleyha” kıssalarından Şeyyad Hamza, Hamdullah Hamdi, Kemalpaşazâde ve Taşlıcalı Yahyâ Bey’in eserlerinde Züleyha’ya geniş yer verilmiş, hikâye âdeta Züleyha’nın Yûsuf’a olan aşkı üzerine kurulmuştur (bk. YÛSUF ve ZÜLEYHÂ). Divan edebiyatında mesneviler dışında gazellerde de Züleyha kıssası mazmun olarak yer almış, teşbih ve telmihlerle ondan bahsedilmiştir. Züleyha’nın aşkı, rüyaları, güzelliği, hilekârlığı, Yûsuf’u zindana attırması, Yûsuf’un eteğinin yırtılması gibi olaylar birer mazmun halinde çeşitli bağlantılarla şiirlere girmiştir. Fuzûlî’nin, “San Züleyhâ halvetidir gonce-i der-beste kim / Çıktı ondan dâmen-i çâk ile Yûsuf-vâr gül”; Bâkî’nin, “Gülün pirâhen-i Yûsuf gibi dâ-mânı çâk olmuş / Nesîm-i perde-dâr kıldı meger mekr-i Zelîhâ’yı”; Zâtî’nin, “Dôstum onun Zelîha-yı fenâ ardıncadur / Yûsuf-ı hüsnün kalır sanma ki dâmânı dürüst”; Nef‘î’nin, “Züleyhâ tâ ebed nevmîd olurdu zevk-i vuslattan / Bu istiğnâ vü bu nâzı göreydi düşte Yûsuf ger”; Nâilî’nin, “Biziz ol âşık-ı kullâb-nazar kim dilesek / Yûsuf’u dest-be-dâmân-ı Züleyhâ ederiz” beyitleri bunlara örnek verilebilir. Bursalı Ahmed Paşa’nın, “Yâ felek Mısr’ında sultân oldu bir Yûsuf-cemâl / Yâ Züleyhâ’dır tutar nâ-renc-i zer-peyker güneş” beyti, Yûsuf’un güzelliğini gören kadınların şaşkınlıkla ellerini kesmeleri hadisesiyle ilgilidir. İzzet Molla’nın, “Bin şîvesi vardır bu Züleyhâ-yı cihânın / Ey Yûsuf-ı hüsn eyleme zindânı ferâmûş” beyti de Yûsuf-zindan ilişkisi bağlamında yazılmıştır. Seyyid Vehbî’nin, “Kaçırdı Yûsuf-ı savmı Züleyhâ-yı felek şimdi / Hilâl-i îd sanma elde kaldı tarf-ı dâmânı” beyti ise konunun bir bayramiyyede ele alınışına güzel bir örnektir.Öğe Nazan Bekiroğlu’nun Nar Ağacı romanında evde olmak / olmamak(Journal of Turkish Studies, 2014-01) Korkmaz, FerhatNar Ağacı Nazan Bekiroğlu’nun 2012 yılında Timaş Yayınları arasında çıkan romanıdır. Romanda, köken arayışını yönelen anlatıcı, anneanne ve dedesinin bir araya gelişlerinin izini sürer. Köken arayışı, eserin felsefi atmosferinin oluşmasına olanak tanımıştır. Romandaki anlatıcı “giz”i araştırır. Kullandığı çeşitli ve dinamik anlatım yöntemleriyle arkeolojik bir gezintiye çıkar, şehir ve medeniyetleri bir kavşakta birleştirir, anlatısal bir orman inşa eder. Doğu İran’ın Taht-ı Süleyman kentinden gelen Settarhan’ın öyküsü ile Trabzon’da yaşayan ve Rus işgali sonrasında bir süre şehirden ayrılmak zorunda kalan Zehra’nın simetrik öyküsünün işlendiği romanda, evlerinden ayrılmak ve göç etmek zorunda kalan kahramanların yaşamı ele alınmıştır. Romanda, Trabzon, anlatıcı ve kahramanların evidir, yahut evi haline gelir. Bu çerçevede evin dışına çıkan tekinsiz bir dünyaya atılır. Kendini bulabilmesi ve eve ulaşabilmesi için belli mücadeleler veren karakterler, varoluşlarını yeniden gerçekleştirmek zorunda kalırlar. Romanın fonunda, Osmanlı tarihinin en yoğun savaş dönemi olan Balkan Savaşlarından Birinci Dünya Savaşına uzanan yıkılış öyküsü vardır. Romanın fonundaki bu atmosferde cepheler, sürgünler, salgın hastalıklar, kitlesel ölümler işlenmiştir. Söz konusu fon nedeniyle kahramanlar yeni var oluşlar belirlemek, kendilerini gerçekleştirmek zorunda kalır. Ev, romanda merkezde duran bir anlatı ve varoluş aracıdır. Çalışmamızda, Freud’un üzerinde durduğu ve Heidegger’in felsefi olarak ele aldığı evde olmak (heimlich) ve evde olmamak (unheimlich) kavramları açısından bir değerlendirme yapılacaktır.