Arama Sonuçları

Listeleniyor 1 - 10 / 18
  • Öğe
    Musullu Levendî
    (Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi, 2021) İçli, Ahmet
    Tespitlerimize göre ve bugüne kadar yapılan çalışmalar çerçevesinde, Musullu Levendî hakkında bilgi veren tek kaynak Sandukatu’l-Maarif olarak da anılan Bahru’l-Maarif adlı eserdir. Kendisi de iyi bir şair olan Kâsımî tarafından derlenen bu eser, Kasımî Mecmuası olarak da tanımlanmaktadır (İçli 2018). Miladi 1625 yılında tamamlanan eserde şiir örnekleri bulunan şairlerin büyük çoğunluğunu Musul ve Bağdat yöresi şairleri oluşturur. Levendî mahlaslı şairler üzerinde yaptığı akademik çalışmasında İçli (2020), bu mecmuadan hareketle şairi tanıtmış ve şiirlerinden örnekler vermiştir. Kâsımî Mecmuası’nda birçok şiirin başlığında şairlerin mahlasları ve onları tanıtıcı kısa bilgiler bulunmaktadır. Mecmuada bazı şiirlerin başında hem Levendî hem de Musullu Levendî ibaresi geçmektedir. Bu bilgiler çerçevesinde Musullu veya Musul’da yaşamış veyahut Musul ile özdeşleşmiş bir Levendî’den bahsetmek mümkündür. Şaire ait olan bilgiler ve şiir örnekleri Kasımî’nin verdiği bilgiler eksenlidir. Şairin doğum ve ölüm yılları hakkında elimizde net bir bilgi yoktur. Mecmuada Levendî’ye ait aşağıdaki dizelerde de şairin yaşlılığına dair izler bulunmaktadır:
  • Öğe
    Hanımlara mahsus gazete
    (İSAM - İslam Araştırmaları Merkezi, 2016) Öztürk, Zehra
    19 Ağustos 1311 (31 Ağustos 1895) tarihli ilk sayısında derginin sahibi İbnülhakkı Mehmed Tâhir Efendi, “Tahdîs-i Ni‘met-Ta‘yîn-i Meslek” başlığı altında yayın politikalarını “okuyup yazmayı seven, eğitimli, dindar, iyi ahlâk sahibi, iyi eş ve iyi anne özelliklerine sahip Osmanlı müslüman hanımı yetiştirmek” diye açıklamıştır. Bu amaçla kemâl-i edeb ve iffet dairesinde yazılmak şartıyla kadınlara mahsus her türlü ahval, faydalı makaleler ve günlük havâdisler neşredilecektir. Derginin gelirinden yüzde beşinin kimsesiz gelinlik kızlara çeyiz parası olarak verileceği ifade edilmiştir. Önceleri haftada iki defa, 202. sayıdan itibaren bir defa sekiz ile on iki sayfa olarak çıkan dergi 1895-1908 yılları arasında kesintisiz devam ederek 624 sayı neşredilmiştir. Hanımlara Mahsus Gazete’de Fatma Şâdiye Hanım “müdîre”, Nigâr bint Osman başyazar olarak görünmektedir. 1904-1908 arasında Ziya Şakir dergi müdürlüğünü üstlenmiştir. Yazar kadrosunda Fatma Aliye ve Emine Semiye (Ahmed Cevdet Paşa’nın kızları), Zeyneb (Ahmed Cevdet Paşa’nın torunu), Leylâ (Saz), Fatma Makbule Leman, Ayşe Sıdıka, Hamiyet Zehra, Gülistan İsmet, Keçecizâde (Elif) İkbal, Münire, Nedime, Zekiye, Rânâ bint Saffet, Hatice Aliye, Fatma Fahrünnisa (Ahmed Vefik Paşa’nın torunu), Hâlide bint Edib (Halide Adıvar), Güzide Sabri (Aygün) gibi hanımlar yanında İbnülhakkı Mehmed Tâhir, Ahmed Midhat Efendi, Ahmed Râsim, Avanzade Mehmed Süleyman, Nazikîzâde Mehmed Hilmi, Mustafa Âsım, Fâik Sabri, Ali Muzaffer, Ziya Şakir gibi erkekler de yer almaktadır. Ayrıca “Aile Hekimi”, “Bir Muallime”, “Bir Köylü Kadını”, “Çingene Kızı”, “Satılmış” gibi takma adlar kullanan yazarlar ve kadın kimliğiyle yazan erkek yazarlar da mevcuttur. Ahmed Râsim “(Elif) Râsime, Leylâ Feride”, Hüseyin Remzi “Hoca Hanım” takma adlarını kullanmıştır. 1904-1908 yıllarında çıkan sayılarda imzasız yazılar çoğunluktadır. Dergide resmî yazılar, duyurular, haberler dışında makale, mektup, roman, hikâye, şiir gibi edebî türlere, eleştirilere ve yabancı yazarlardan tercümelere yer verilmiştir. Makalelerde kadınların eğitimi ve kız çocuklarının okutulması konusu sıkça işlenmektedir. Ayrıca sağlık, din, evlilik ve aile hayatı, çocuk yetiştirme, ailede terbiye, ev idaresi, giyim kuşam, güzellik, fen bilimleri, güzel sanatlar, bulmaca, müzik gibi hususlar dergide yer almaktadır. Okuyucu mektupları da burada önemli bir yer tutmuştur, dolayısıyla derginin çok sayıda okuyucusunun olduğu anlaşılmaktadır. Sadece İstanbul ve diğer Osmanlı topraklarından değil Fransa ve Kafkasya’dan da okuyucu mektupları gelmiştir. 1896’da çıkan 64. sayıda Hayriye Mağmûme’nin Tiflis’ten yolladığı “Büyük İftihar” başlıklı mektupla 1901 yılına ait 114/316 sayılı dergide “Avrupa’da Hanımlara Mahsus Gazete” başlıklı bir haber-yazı mevcuttur. Derginin genellikle moda, biçki dikiş, nakış, elbise ve işleme örnekleri, bilmece gibi konuları içeren “Hanımlara Mahsus Gazete’nin İlâvesi” ve “Kısm-ı Musavver” gibi adlarla çıkmış bol resimli ekleri de vardır. Bunun dışında uzunca bir süre “Hanım Kızlara Mahsus Nüsha” adıyla ayrı bir ek yayımlanmış, dergide zaman zaman “Çocuklara Mahsus Gazete”, “Çocuklara Mahsus Resimli Hikâye” gibi bölümlere yer verilmiş, “Hanımlara Mahsus Gazete Kütüphanesi” başlığı altında çeşitli kitaplar tanıtılmıştır. Hanımlara Mahsus Gazete’de tefrika edilen eserlerin bir kısmı kendi matbaasında basılarak kitap halinde çıkmış, dergide bunlara dair “Matbaamızda Tab‘ Olunarak Satılmakta Bulunan Kitaplar” başlığı altında bilgi verilmiştir. Hanımlara Mahsus Gazete hayır işleriyle ilgili faaliyetlere de katılmış, bunlarla ilgili organizasyonlarda yer almıştır. Kimsesiz gelinlik kızlara, öksüz ve yetimlere, yaralı askerlere ve asker ailelerine, şehid yetimlerine yardım konusunda komisyonlar kurulmuş, sergiler düzenlenmiştir. Hanımlara Mahsus Gazete’nin yöneticileri devletten teşvik ve taltif görmüştür. Arşivdeki bir belgeye göre, padişahın İslâm kadınını ilerletmek için açtığı yol sayesinde pek çok müslüman kadının bu gazetede yazısı çıkmış, böylece İslâm hanımlarının ne kadar ilerlemiş olduğu Batı milletlerince de görülmüştür. Bunun derginin başyazarı Nigâr Hanım’la müdürü Şâdiye Hanım sayesinde başarıldığı bilinmektedir. Dergide yazısı çıkan kadınlara Şefkat nişanı verildiği gibi Nigâr Hanım ve Şâdiye Hanım’a da İslâm kadınlarının ilim tahsiline ve eğitimine katkılarından dolayı 4 Kasım 1897’de üçüncü rütbeden Şefkat nişanı verilmiştir (BA, İ.TAL., nr. 123/30, 1315/C-30). Diğer bir belgeye göre şehid evlâtlarına ve yaralı askerlere yardım sergisinde yardım toplama ve eşya satışı konusunda yayımladıkları makaleler takdire şayan görülerek Nigâr Hanım ile Şâdiye Hanım’ın Şefkat nişanları ikinciye tebdil edilmiştir (BA, İ.TAL., nr. 161/43, 1316/Ş.-43). II. Abdülhamid döneminde en canlı neşriyatını yapmış olan dergi yayımlanmasında maddî sıkıntılarla karşılaştığında devletten yardım almıştır. Nitekim böyle bir durumda iken derginin sahibi Mehmed Bey’in dilekçesi üzerine 8 Ekim 1905’te tahsisattan bir miktar para gönderilmesine karar verilmiştir (BA, DH.MKT. 1014/47, 1323.Ş). Derginin II. Meşrutiyet’ten sonra eski canlılığı kalmamış, sadece bir resimli kadın dergisi hüviyetine bürünmüş ve ardından yayın hayatına son verilmiştir. Hanımlara Mahsus Gazete, 1910 yılında Selânik İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ne dayalı olarak kurulan Teâlî-i Vatan Osmanlı Hanımlar Cemiyeti’nin yayın organı şeklinde yeniden yayımlanmıştır. Meşrutiyet’in başlangıç yıllarının en güçlü kadın örgütü olan bu cemiyet 17 Kasım 1909’da Selânik’te kurulmuş ve kısa sürede İstanbul’da da teşkilâtlanmıştır. Hanımlara Mahsus Gazete böylece yayın hayatına elli sayı kadar devam etmiştir. İmtiyaz sahibi yine İbnülhakkı Mehmed Tâhir, müdürü de Fatma Şâdiye Hanım’dır. Esas dergi nüshalarının İstanbul’da bulunduğu kütüphaneler Hasan Duman’ın Arap Harfli Süreli Yayınlar Toplu Kataloğu 1828-1928 adlı kitabında kaydedilmiştir. Dergide yayımlanmış yazıların ve yazarlarının adları İstanbul Kütüphanelerindeki Eski Harfli Türkçe Kadın Dergileri Bibliyografyası’nda toplu halde yer almaktadır. Hanımlara Mahsus Gazete’yle ilgili olarak üniversitelerde şu tezler hazırlanmıştır: M. Fetih Yanardağ, Hanımlara Mahsus Gazete Üzerine Bir Araştırma (1995, yüksek lisans tezi, Dicle Üniversitesi); Elizabeth Brown Frierson, Unimagined Communities. State, Press and Gender in the Hamidian Era (1996, Ph.D. Dissertation, Princeton University); Hale Gürbüz, Hanımlara Mahsus Gazete (2001, yüksek lisans tezi, Erzurum Atatürk Üniversitesi); Arzu Şeyda, Hanımlara Mahsus Gazete (101-200) (Tahlilî Fihrist, İnceleme, Seçilmiş Metinler) (2003, yüksek lisans tezi, Erzurum Atatürk Üniversitesi); Aybala Arı, Hanımlara Mahsus Gazete (201-300) (Tahlilî Fihrist, İnceleme, Seçilmiş Metinler) (2004, yüksek lisans tezi, Erzurum Atatürk Üniversitesi).
  • Öğe
    Züleyha
    (İSAM - İslam Araştırmaları Merkezi, 2013) Öztürk, Zehra
    Kur’an’da Yûsuf sûresinde Mısır azizinin eşi ve Yûsuf’a âşık olan kadın olarak yer almasına rağmen Züleyhâ’nın (Zelîhâ) adı geçmez. Tevrat’ta da Mısır azizinden Potifar adıyla söz edilirken eşinin adı verilmez, sadece İslâm sonrası bir yahudi literatüründe (Yashar wa-Yesheb) Züleyha diye anılır. Potifar Arapça kaynaklara Itfir, Kıtfîr, Katîfir, Kutayfer şeklinde intikal etmiş, karısından Zelîha/Züleyha veya Râil/Raîlâ adıyla bahsedilmiş, özellikle Farsça ve Türkçe mesnevilerde ise Zelîha ismi daha yaygın biçimde kullanılmıştır. Bazı mesnevilerde bu ismin Zilha, Zelhâ olarak harekelendiği görülmektedir. Yûsuf sûresinde Züleyha’ya dair şu bilgiler verilir: Yûsuf köle olarak Mısır’da satıldığında çocuğu olmayan hükümdarın veziri (aziz) onu alır ve karısına çocuğu evlât edinmek istediğini ve ona iyi bakmasını söyler. Yûsuf erginliğe ulaşınca Züleyha güzelliğinden dolayı ona göz koyar ve onu elde etmek için çareler arar. Bir gün kapıları kapatarak Yûsuf’u mahremine davet eder. Ancak Yûsuf efendisine ihanet edemeyeceğini söyleyerek ondan kaçar ve kapıya doğru koşar, Yûsuf’a yetişen kadın onu arkasından yakalarsa da gömleği yırtılan Yûsuf bu sayede Züleyha’nın elinden kurtulur. Tam o sırada kapıda azizle karşılaştıklarında Züleyha, Yûsuf’un kendisine saldırdığını ileri sürer. Ancak Yûsuf’un gömleğinin arkadan yırtılmış olması kadının haksızlığını ortaya çıkarır. Diğer taraftan şehrin ileri gelenlerinin hanımları azizin karısının kölesinden murat almak istediği yolunda dedikodu yaparlar. Züleyha da onları evine çağırıp önlerine meyve koyar, ellerine de birer bıçak verir; kadınlar bıçakla meyveleri soyarken Yûsuf’u karşılarına çıkarır. Yûsuf’u gören kadınlar güzelliği karşısında şaşırır ve bıçakla ellerini keserler. Azizin karısı da, “Benim murat almak isteyip karşılık bulamadığım işte bu hârikulâde gençtir diyerek kendini savunur. Buna rağmen Yûsuf dedikoduları önlemek amacıyla zindana atılır. Zindanda iken Mısır hükümdarının gördüğü bir rüyayı tabir etmesi için saraya çağrılınca ellerini kesen kadınlar suçsuzluğunu açıklığa kavuşturmadıkça zindandan çıkmayacağını söyler. Hükümdarın huzuruna getirilen kadınlar Yûsuf’un suçsuz olduğunu bildirirler; azizin karısı da kendisinin ondan murat almak istediğini, ancak bunu kabul etmediğini söyler. Bu olaylar tefsir kitapları ile peygamber kıssalarında daha geniş biçimde ele alınmış, bu anlatımlarda genellikle İsrâiliyat’tan faydalanılmış ve sanatkârlarca süslenmiştir. Yûsuf kıssası çevresinde oluşturulan hikâyeler daha sonra yahudi folkloruna da girmiştir. Yûsuf peygamberin hayatı müslüman milletlerin edebiyatlarında sıkça ele alınmıştır. Onun hikâyesi genişletilip yer yer diğer hikâyelerle zenginleştirilerek âdeta bir destan haline getirilmiş, meclislerde anlatılmış, şairler tarafından müstakil eserler kaleme alınmıştır. Züleyha’nın edebiyatta işlenen kimliğiyle tarihî kimliği birbirinden farklıdır. Dinî kaynaklarda kendisinden fazla bahsedilmez, hatta ismi bile anılmaz. Bazı eserlerde azizin karısı ve kötü niyetli bir kadın olarak tanıtılır. Hz. Yûsuf’u konu alan hikâyelerde ise kendisinden söz edilerek yaptıklarından dolayı âdeta mâzur görülmüş, sevdiğine kavuşmak için her şeyi göze alan bir âşık kimliğiyle takdim edilmiştir. Nitekim çok güzel olan ve nazla büyütülen Züleyha daha Mağrib Hükümdarı Taymus’un kızı iken rüyasında Yûsuf’u görerek ona âşık olur. Yûsuf rüyada kendisinin Mısır azizi olduğunu, ileride evleneceklerini, bu sebeple hiçbir erkeği kabul etmeyip kendisini beklemesini söyler; evlenecek çağa geldiğinde Züleyha rüyası sebebiyle hiç görmediği Mısır aziziyle evlenir. Fakat karşısına rüyada gördüğü kişi değil Kıtfîr çıkar. Yıllar sonra Kıtfîr, Yûsuf’u köle olarak eve getirince Züleyha onun rüyada gördüğü genç olduğunu anlayarak ona kavuşmanın yollarını arar. Bir başka anlatıma göre Züleyha, Yûsuf zindana atıldıktan sonra yaptıklarına pişman olur. Yûsuf zindandan çıkıp Mısır’da önemli mevkilere geldikten ve aziz öldükten sonra Züleyha tamamen gözden düşer, servetini kaybederek bir kulübede yaşamaya başlar. Zaman içinde yaşlanıp gözleri kör olur, ayrıca puta tapmaktan vazgeçip hidayete erer. Yûsuf bir gün atıyla saraya dönerken Züleyha onun yoluna çıkar ve tekrar karşılaşmış olurlar. Züleyha Yûsuf’tan kendisi için dua etmesini ister, Yûsuf’un duasıyla gençleşip gözleri açılınca Yûsuf onunla evlenir. Daha önce evlenmiş olmasına rağmen Yûsuf Züleyha’nın bâkire olduğunu anlar; böylece Züleyha’nın da rüyasında gördüğü Yûsuf’a verdiği sözü tutmuş olduğu anlaşılır. Züleyha’nın Yûsuf’tan Efraîm ve Mîşâ adlı iki oğlu ile Rahmet adlı bir kızı dünyaya gelir. Züleyha, Yûsuf ile evlendikten sonra kendini tamamen ibadete verir, bu defa Yûsuf ona yöneldiği halde Züleyha kaçar. Hatta bir seferinde kaçarken eteği arkadan yırtılarak Yûsuf’un elinde kalır, Züleyha da ona, “Bu öncekinin karşılığıdır” der. Yûsuf, Züleyha için bir ibadethâne yaptırır ve Züleyha ömrünü ibadetle geçirir. Konuyu işleyen mesnevilerde, özellikle Abdurrahman-ı Câmî’nin Farsça eserinde ve Türkçe yazılmış “Yûsuf ve Züleyha” kıssalarından Şeyyad Hamza, Hamdullah Hamdi, Kemalpaşazâde ve Taşlıcalı Yahyâ Bey’in eserlerinde Züleyha’ya geniş yer verilmiş, hikâye âdeta Züleyha’nın Yûsuf’a olan aşkı üzerine kurulmuştur (bk. YÛSUF ve ZÜLEYHÂ). Divan edebiyatında mesneviler dışında gazellerde de Züleyha kıssası mazmun olarak yer almış, teşbih ve telmihlerle ondan bahsedilmiştir. Züleyha’nın aşkı, rüyaları, güzelliği, hilekârlığı, Yûsuf’u zindana attırması, Yûsuf’un eteğinin yırtılması gibi olaylar birer mazmun halinde çeşitli bağlantılarla şiirlere girmiştir. Fuzûlî’nin, “San Züleyhâ halvetidir gonce-i der-beste kim / Çıktı ondan dâmen-i çâk ile Yûsuf-vâr gül”; Bâkî’nin, “Gülün pirâhen-i Yûsuf gibi dâ-mânı çâk olmuş / Nesîm-i perde-dâr kıldı meger mekr-i Zelîhâ’yı”; Zâtî’nin, “Dôstum onun Zelîha-yı fenâ ardıncadur / Yûsuf-ı hüsnün kalır sanma ki dâmânı dürüst”; Nef‘î’nin, “Züleyhâ tâ ebed nevmîd olurdu zevk-i vuslattan / Bu istiğnâ vü bu nâzı göreydi düşte Yûsuf ger”; Nâilî’nin, “Biziz ol âşık-ı kullâb-nazar kim dilesek / Yûsuf’u dest-be-dâmân-ı Züleyhâ ederiz” beyitleri bunlara örnek verilebilir. Bursalı Ahmed Paşa’nın, “Yâ felek Mısr’ında sultân oldu bir Yûsuf-cemâl / Yâ Züleyhâ’dır tutar nâ-renc-i zer-peyker güneş” beyti, Yûsuf’un güzelliğini gören kadınların şaşkınlıkla ellerini kesmeleri hadisesiyle ilgilidir. İzzet Molla’nın, “Bin şîvesi vardır bu Züleyhâ-yı cihânın / Ey Yûsuf-ı hüsn eyleme zindânı ferâmûş” beyti de Yûsuf-zindan ilişkisi bağlamında yazılmıştır. Seyyid Vehbî’nin, “Kaçırdı Yûsuf-ı savmı Züleyhâ-yı felek şimdi / Hilâl-i îd sanma elde kaldı tarf-ı dâmânı” beyti ise konunun bir bayramiyyede ele alınışına güzel bir örnektir.
  • Öğe
    Orhan Şaik Gökyay'ın şiirlerinde şehadet
    (Kesit Yayınları, 2021) Korkmaz, Ferhat
    Türk-İslam tarihi açısından oldukça önemli bir yer tutan şehadet anlayışı, Halk, Klasik ve modern şiirimizde geniş bir şekilde karşılığını bulmasına rağmen bugüne kadar müstakil bir çalışmaya konu olmamıştır. Türk Şiirinde Şehadet adlı kitap, bu kültüre az da olsa ışık tutmak amacıyla kaleme alınmış; Türkiye'nin farklı üniversitelerinde görev yapan ve alanında uzman olan on dört akademisyenin konuyla ilgili titiz çalışmalarının ürünü olarak ortaya çıkmıştır. TBMM tarafından kabul edilişinin 100. Yıldönümü vesilesiyle İstiklal Marşı'mızın ebedi varlığına ve tüm aziz şehitlerimize ithaf edilen bu çalışmada; Halk, Divan ve Tanzimat şiirinde ve bu hususta öne çıkan; Mehmet Emin Yurdakul, Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Faruk Nafiz Çamlıbel, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Arif Nihat Asya, Abdürrahim Karakoç, Yavuz Bülent Bakiler, Orhan Şaik Gökyay, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Dilaver Cebeci gibi şairlerde "şehit, şehadet, şehitlik" kavramları geniş bir perspektifte ele alınmıştır. Türk şiirinin şehadete bakışı elbette bunlarla sınırlı değildir. Birçok devlet kurmuş, bilhassa Osmanlı Devleti'nin öncülüğünde İslamiyet'in bayraktarlığını üç kıtaya yaymış, vatanı ve milleti için canını feda etmekten çekinmemiş, şehadeti "bir gül bahçesine girercesine" kabullenmiş ve ona büyük değer vermiş bir milletin şiirininde elbette binlerce "şehit" saklıdır. Bizim burada gayemiz, Türk şiirinde "şehit, şehadet, şehitlik" gibi kavramları genel hatlarıyla ortaya koyarak aziz şehitlerimizi bir nebze de olsa yâd edebilmek; toprağın "altındaki binlerce kefensiz yatanı" yeniden idrak edebilmek ve bu hususta çalışma yapacak bilim insanlarında veya meraklı okuyucularda bir nebze olsa bir kanaat uyandırmaktır.
  • Öğe
    Orhan Akbal öykülerinde suçluluğa evrilen varoluşçu izlekler
    (Çolpan Kitap, 2021-09-03) Zariç, Mahfuz
    Varlık ve oluş, felsefenin temel konularındandır. Kişinin kendini nasıl bir süreçte var ettiği ve gerçekleştirdiği sorunu, farklı paradigmalarla sürekli tartışılmıştır. Tartışmanın yoğunluğu ve mutlak bir sonuca ulaşılamaması, varoluş sorununun evren, doğa, toplum ve insanlarla girilen ilişkilerle belirginleşmesinden kaynaklanır. Kendini bir varlık olarak ilişkilerde fark eden özne, kurduğu her ilişkide kendi imgesinin bütünlüğünü gözetir. Bu durum, özgürlük düşüncesini veya insanın özgür olup olamayacağı sorununu doğurur. Böylece varoluşu dinamik bir süreç olarak biçimlendiren kaygı ortaya çıkar. Öznenin görünme veya belirme durumları, bir insan teki veya birey olarak onun varlığını bildirir. Bilim ve teknolojideki yenilikler ve bunlara bağlı olarak değişen toplumsal koşullar, bireyin kaygısını arttırdığı gibi, onun kendini gerçekleştirmesine alan da açar. Birey, değişen koşullarda kendi sınırlarını da keşfeder. Günah Evinin Gölgeleri - Kurguda Varoluşsal Suçluluk, edebiyat metinlerinde varoluşun izlerinin suçluluk sorunu bağlamında incelendiği bir çalışma. Bununla birlikte, kitapta, varoluşun felsefî boyutuna da alan açılarak sorun buradan kazanılan dikkatle değerlendirilmekte. Kitapta yazıları yer alan on dokuz akademisyen ve yazar, Kierkegaard'dan Jean Paul Sartre'a, Heidegger'den Nietzsche'ye, Camus'den Cioran'a, Hesse'den Sadık Hidayet'e, Yunus Emre'den Can İren'e, Melih Cevdet Anday'dan Oktay Akbal'a, Tezer Özlü'den Ayfer Tunç'a açılan geniş bir yelpazede, varoluşun kurgusal haritasını çıkarıyo
  • Öğe
    Şanlıurfa’da ve Azerbaycan’da gazel okuma geleneği
    (İlahiyat Yayınları, 2018-06-05) Cicioğlu, Muhammet Nurullah
    Bu kitaptaki makaleler metin yayınları, kelime ve kavramlar, deyimler ve atasözleri, edebî sanatlar, dil ve ağız araştırmaları, şekil ve türler, eser tanıtmaları ve metin anlamaya yönelik yazılar olmak üzere Türkçenin ve klasik Türk edebiyatının temel konularını kuşatacak niteliktedir.
  • Öğe
    Temeşvarlı Levendî
    (Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi, 2021) İçli, Ahmet
    Klasik Türk Edebiyatında Levendî mahlasıyla şiirleri bulunan şairlerden biri Tameşvarlı Levendî’dir. Bugüne kadar elde edilen bilgilere göre, şair hakkında sadece Hisâlî’nin Metâliü’n-Nezâir’inde bilgi vardır. Mecmuada geçen iki beytin birinin başlığında “Levendî Temeşvarî” diğerinde de “velehû Levendî” ibaresi kullanılmıştır. Türk edebiyatında Levendî mahlası ile şiirleri bulunan ve künyeleri farklı olan şairler üzerinde bugüne kadar bir ansiklopedi maddesi (Aksoyak 2014) ile bir akademik makale (İçli 2020) yazılmıştır. Aksoyak, (2014) bu ansiklopedi maddesinde Zübdetü’l-Eşâr ve Tuhfe-i Naili’de geçen Levendî mahlaslı şairi tanıtıp kaynaklarda belirtilen bir beytini vermiştir. Ayrıca şairin mahlasından hareketle onun denizci kimliğine değinmiştir. İçli, Kasımî’ye ait şiir mecmuasında Musullu Levendî adlı bir şairin adından hareketle bir çalışma yapmıştır. Hisâlî’nin nazire mecmuasında (Kaya Yiğit, Kalyon 2013: 355-356) Temeşvarlı ve Bağdatlı künyesiyle tanıtılan iki farklı Levendî’nin varlığından hareketle; bu eser üzerindeki doktora tezleri (Kaya, 2003; Kalyon 2011) ile yazma nüshalarını (N 4252 N 4253, AEMNZ 679, AEMNZ 680) incelemiştir. Bu iki şaire ait bilgilere ulaşmış ve Temeşvarlı Levendî’ye ait olduğu belirtilen iki beyte araştırma makalesinde yer vermiştir (2020: 208). Temeşvarlı Levendî’nin doğum ve ölümü ile hangi yıllarda yaşadığı kesin olarak tespit edilememiştir. Ancak Hisâlî’nin eserinin 1651 yılına tarihlendirilmesine bakılarak bu şairin en geç bu yıl veya daha öncesinde yaşadığı söylenebilir. Temeşvarlı şairin, Zübdet’ül Eşâr’da geçen Levendî ile aynı kişi olması muhtemeldir. Bununla birlikte, Musullu veya Bağdatlı şair olması da ihtimal dâhilindedir. Çünkü bu eserdeki bilgilerde şairin nereli olduğuna dair net bir bilgi yoktur. Şairin Temeşvarlı olduğu bilgisi ve şiir örnekleri, Hisâlî’nin mecmuasında geçen bilgiler eksenlidir. Levendî mahlaslıyla bilinen diğer şairlere ait şiirler ile Temeşvarlı’nın bilgisi ile şiir örnekleri karışmış olabilir. Yeni çalışmalar sonucunda şair hakkında daha net bilgilere ulaşılabilir. Hisâlî’nin Levendî Temeşvarî başlığıyla mecmuada (Kalyon 2011: 583; N4253 yk.139a; AEMNZ 680: 207) aktardığı şiir örneklerinden birisi şudur:
  • Öğe
    Cümle bilgisi
    (Sınırsız Kitap yayıncılık, 2015) Bozkurt, Kenan
  • Öğe
    Şevket ( Mehmed)
    (Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi, 2019) Bozkurt, Kenan
    Şiirlerinde Şevket mahlasını kullanan şâirin asıl adı Mehmed olup 1278/1861-62 yılında Urfa’da doğmuştur. Neccâr-zâde ailesinden olup babası Eyüp Ağa’dır. İlk eğitimini kendisi de şair olan ağabeyi Hikmet’in yanında almaya başlamış ve Şevket mahlasını da ağabeyi vermiştir. Daha sonra eğitimine Hasan Paşa ve Halîlü’r-Rahmân Medreselerinde devam etmiştir. Şair, Abbâs Vâsık Efendi, Halil Hoca ve Hacı Mustafa Hâfız gibi dönemin ileri gelen hocalarından Arapça ve diğer İslâmî ilimleri öğrenmiştir (Alpay, 1986:2017). Kaynaklarda hiç evlenmediği, Hasan Paşa ve Mevlid-i Halil Câmilerinde edebiyat dersi verdiği, buralarda vakit geçirmekten, dost meclislerinde şiir okumaktan zevk aldığı, derviş-meşrep biri olduğundan bahsedilir. Şair, 1337/1918-19 yılında Urfa’da çok sevdiği Dergah’ta vefat etmiştir. Harrankapı Mezarlığı’na defnedilmiştir (Karahan, 1991:9-24). Kaynaklarda 300 kadar şiiri olduğu aktarılsa da günümüze 170 şiiri gelmiştir. Şairin Divan, Kuru Kafa ve Molla Ömer Dağı adlı bilinen üç eseri vardır. Kuru Kafa adlı eseri manzum ve mensur karışık olup 55 sayfadan ibaret küçük bir eserdir. Şiirleri A. Karahan tarafından yayınlanmıştır. Şevket, 19. Asırda klasik şiir zevkini taşrada devam ettiren şairlerdendir. Dönemine göre üslup bakımından başarılı bir şair olup şiirlerinde aldığı eğitimin etkisiyle de edebiyata dair unsurları başarıyla kullanır. Şiirlerinde dinî konulara ağırlık vermiş, Klasik şiirde yer alan dinî şahsiyetler hakkında şiirler kaleme almıştır. Hz. Hüseyin İçin yazdığı mersiyesi duygu yönü ağır basan bir şiirdir. Sade bir dil kullanmış olsa da Arapça ve Farsçanın da etkileri görülür (Karahan, 1991:9-24).