8 sonuçlar
Arama Sonuçları
Listeleniyor 1 - 8 / 8
Öğe Fuzûlî’de erkek güzelliği ve mahiyeti(Fırat Üniversitesi, 2016-10) Bozkurt, KenanFuzûlî’nin güzelliğe dair mecâzları erişilmez bir kadına duyulan aşkı ifade eden klasik modelin tesiri altında olmasına rağmen şiirlerinde her zaman ilâhî tecellîgâh olarak güzelliğin ve aşkın ana objesinin kadın olmadığı da görülür. Şâirin bazen ele aldığı güzellin bir kadın olduğuna dair işaretler oldukça açık gibi görünmekle beraber bazen bu işaretler, erkek için de kullanılmaktadır. Şâir, birçok şiirinde çok açık bir şekilde tüyü bitmemiş erkek çocukların güzelliğine methiyeler dizdiğine şahit oluruz. Ayrıca şair, tellak övgüsünün yer aldığı ve bazı araştırmacıların homoseksüel bir eğilim olarak gösterdiği gazelinde kadın güzelliğine dizdiği methiyelerin benzerini tellak için de dizerek erkek güzelliğine olan tutkusunu anlatır. Bu bildirimizde Fuzûlî’nin şiirlerinde ele aldığı erkek güzelliğinin mahiyetini ve bu güzelliğe yapılan övgünün gayesini irdelemeye çalışıp şâirin şiirlerinde erkek güzelliğinin işlevi üzerinde duracağız.Öğe Yûsuf Halis Efendi’nin şiirlerinde vatan sevgisi(ISPEC Publishing, 2020-02) Bozkurt, KenanVatan kavramı, genel anlamda insanın doğup büyüdüğü, hayatını idame ettiği, aynı millet ve dilden insanların birlikte yaşadıkları toprak parçası olarak kullanılmaktadır. Osmanlı düşüncesinde homojen bir millet mefhumunun söz konusu olmamasından dolayı vatan kavramıyla Osmanlı devletinin hükmettiği tüm topraklar kastedilmiştir. Modern anlamda bir ulusun kimliğiyle bütünleşmiş, egemen bir otoritenin hegemonyasındaki kara parçası anlamındaki vatan kavramı, Batı ulus-devlet fikrinin Osmanlıya sirayetiyle, yani Tanzimat’ın ilanıyla ve Batı’yla etkileşime girmeyle ortaya çıkmıştır. Her ne kadar Tanzimat’la ulusçuluk akımlarının etkisiyle Osmanlının 19. yüzyılda içine düştüğü çözülme sürecinden kurtulması amaçlanmışsa da bu, pek mümkün olmamıştır. Zira 19. yüzyıl Osmanlı devletinin içte ve dışta çok ciddi sıkıntılar yaşadığı bir yüzyıldır. Batı toplumu siyasî, sosyal edebî, ekonomik ve askerî bakımdan Osmanlı devletinden üstün olmuş ve bu üstünlük Osmanlı tarafından da kabul görülmüştür. Batı’nın askerî teknolojisi karşısında her geçen gün kan kaybeden ve dağılma sürecine giren Osmanlı devleti, dağılmanın önüne geçmek için Batı ilmi ve fenninden yararlanmayı amaçlamış ve bunun için de Avrupa’ya öğrenciler göndermiş; içte de bir dizi ıslahata giderek dağılmayı engellemeye çalışmıştır. Ancak bütün bu çabalar, devletin çözülüşünü engellemediği gibi savaşlar ve işgaller, millî duyarlılığa sahip dönemin aydınlarında derin yaralar açmıştır. Bâb-ı Ali Tercüme Odası’nda mütercim olarak görev yapan ve Osmanlı aydınları içinde Fransızca bilen ilk isimlerden biri olan Yûsuf Hâlis Efendi, bu acıyı en derin yaşayan şahsiyetlerden biridir. Kırım Savaşı boyunca kâleme aldığı şiirlerde Osmanlı ordusunu morallen desteklemeye çalışmış, şiirlerinde millet ve vatan kavramına büyük bir yer vermiştir. Denebilir ki Yûsuf Hâlis, klasik şiirde sevgilinin yurdu anlamına gelen vatan kavramını, modern anlamda kullanarak uğrunda mücadele edilmesi gereken en yüce değer olarak görmüş, vatanı uğrunda can verilmesi gereken bir ideal olarak konumlamıştır. Onun şiirlerinde vatan, bayrak, hürriyet gibi değerler poetikasının da amacını oluşturmaktadır. Özellikle kâleme aldığı Vatan Kasidesi, vatan sevgisinin en yoğun olarak görüldüğü manzumesidir. Bu çalışmada vatan kavramı ele alınarak Yûsuf Hâlis Efendi’nin Vatan Kasidesi’nden hareketle şâirin vatan kavramına yüklediği anlam ve vatan sevgisi teması irdelenecektir.Öğe Tarihe tanıklık bağlamında tarih düşüre sanatı ve Lebîb’in tarihleri(Şarkiyat Bilim ve Hikmet Vakfı Yayınları, 2017-11) Bozkurt, KenanÖğe Şeyhülislâm Yahyâ’nın şiirlerinde püritenizm eleştirisi(Ubak Yayınevi, 2019-12-31) Bozkurt, KenanHer dönemin ruhunu yansıtan, ihtiyaçlarına cevap veren felsefî ve toplumsal eğilimler olmuştur. Bu eğilimler, insanların içinde bulundukları manevî sıkışmışlıktan ve boşluktan kurtarmayı amaçlarken geniş halk tabakalarını etkiledikleri gibi bazen de sadece dar bir kliğin yaşamında kendine yer bulmuştur. Geniş halk kitleleri arasında yayılan düşünüş ve yaşam tarzları, gayet rahat bir şekilde kendine yaşam alanı bulurken daha dar bir çevrede hayat bulan eğilimler ve yaşam tarzları pek de hoş karşılanmamıştır. Bu eğilimlerin mensupları hakaretlere, sürgünlere, hatta öldürülmeye maruz kalmışlardır. Sûfîlik de İslam âleminde zaman zaman hâkim çevre tarafından tacize uğrayan ve dar bir çevrede kabul gören manevî bir yaşam tarzıdır. Zahirî Sünniliğin hâkim olduğu bazı kesimlerin, iktidarı ele almasıyla kendini rint/ehl-i hal olarak kabul eden şair, mutasavvıf ve sûfîler, zaman zaman çok büyük sıkıntılara maruz kalmıştır. Bu radikal çevreler; Sühreverdî, Hallac-ı Mansûr ve Nesimî örneklerinde görüldüğü gibi çok acı felaketlerin yaşanmasına da neden olunmuştur. Benzer bir zihniyetin tezahürünü 17. Yüzyıl Osmanlısında da görmekteyiz. Osmanlı toplumunda Kadızâdelilerin iktidarda ağırlığını hissettirmeleriyle daha esnek bir dinsel formasyonu savunan mutasavvıflara karşı cephe açılmış, tekkeler yıktırılmaya çalışılmış, mutasavvıflar küfürle itham edilmiştir. Bu da Osmanlı toplumunun temel dinamiklerinden olan tekke ve medresenin karşı karşıya gelmesine neden olduğu gibi toplumda insanların kutuplaşmalarına ve birbirine karşı tahammülsüzleşmelerine de sebep olmuştur. Böyle bir dönemde şeyhülislâmlık gibi önemli bir makamda da bulunan Şeyhülislâm Yahyâ, Kadızâdelilerin bu dinsel dayatmalarını ve dini yorumlayışlarını tasvip etmeyerek insanı merkeze alan, aşk ve sevginin hâkim olduğu tasavvufî anlayıştan yana tavır almış ve bu anlayışın ideal tipi olan “rint” üzerinden kendini ifade etmiştir. Bu çalışmada dinsel bağnazlığın zirvede olduğu bir dönemde hem şair hem de şeyhülislâm kimliğine sahip olan Şeyhülislâm Yahyâ’nın dönemin radikal unsurları olan zâhit ve vaizlere bakışını şiirlerinden hareketle irdelenmeye çalışılacaktır.Öğe Necâtî Bey’in şiirlerinde Türk kavramının kullanımı(Ubak Yayınevi, 2019-12-31) Bozkurt, KenanGünümüzde geniş bir coğrafyada yaşayan, kendine has dili, kültürü ve tarihi olan bir ırkın karşılığı olan Türk, tarihsel süreçte değişik anlamlar kazanmış ve farklı milletler tarafından bu sözcüğe anlamlar yüklenmiştir. İlk olarak Çin kaynaklarında “Tou-kiou” şeklinde yer alır. Çinliler, Türklerin yaşadığı coğrafyayı miğfere benzettiğinden Türk sözcüğünü, miğfer anlamıyla kullanmışlar. Bu sözcük, Türklerin ilk yazılı ürünü olan Göktürk Yazıtları’nda ise birçok milletin dilindeki “güç, kuvvet, töre” anlamıyla yer almıştır. Türklerin İslam dairesine girmeleriyle beraber Türk gulamlar, Arap ve Fars şiirinde bir güzellik unsuru olarak yer almıştır. Dönemin şairleri, bu gulamların güzelliğini, güzelliklerinin kendi üzerlerinde bıraktığı tesiri çeşitli hayal unsurlarıyla beraber kullanma yoluna gitmiştir. Ancak Türk gulamların güzelliğine yapılan övgülerde onların savaşçı, yağmacı, acımasız, kan dökücü yönüne de vurgu yapılmıştır. Türk sevgili tipi Osmanlı dönemi şiirlerinde de yaygın olarak kullanılmakla beraber, Osmanlı toplumunda Fatih’le beraber değişen idari ve siyasi çevre, devletin imparatorluğa ulaşması ve içine çok sayıda milletin dâhil olmasıyla Türk sözcüğü, şairler tarafından hem sevgili ve onun bazı vasıflarını anlatma sembolüyken hem de aşağılanmış, hor görülmüş bir milletin karşılığı olarak olumlu ve olumsuz anlamlara gelecek şekilde kullanılmıştır. Türk sözcüğünü, hem olumlu hem de olumsuz anlamlara gelecek şekilde kullanan şairlerden biri de 15. yüzyılın önemli şairlerinde Necâtî’dir. Bu çalışmada Türk sözcüğünün anlamı, Arap, Fars ve Türk şiirindeki kullanımı ele alındıktan sonra bu sözcüğün Necâtî’nin şiirlerinde kullanımı ve içerdiği anlamlar üzerinde durulacaktır.Öğe Şabân-I Sivrihisârî’nin Kıyâfet-Nâmesinde Aristo estetiğinin yansımaları(ASOS Yayınları, 2018-04-02) Bozkurt, KenanBir şeyi sezmek, anlamak, iç yüzünü keşfetmek gibi anlamlara gelen ilm-i firâsetin bir kolu olan ilm-i kiyafet (fizyonomi), insanlarin beden yapilarindan, uzuvlarindan ve bu uzvun özelliklerinden hareketle kişilerin özellikleri hakkinda bilgi veren ilimdir. Bu alanda ilk eser verenlerden biri Aristo’dur. Aristo, fizyonomiyi kişilerin ruh halini öğrenmek için kullanir. Aristo, “De Natura Animalium/ Hayvanlar Doğasi Üzerine” isimli çalişmasinda beden ve yüz yapisi ile insanin karakter özellikleri arasinda bağlanti kurulmaktadir. Aristo’ya göre, insanin beden ve yüz yapisinin belli bir hayvana benzemesi, onun karakter özelliklerini ortaya koymaktadir. Aristo insanin yüz yapisi, gözleri, alni, kafa yapisi, derisinin rengi, saçinin rengi, gözünün rengi, bedenin tüy örtüsü, sesinin tonu, yürüyüşü, beden hareketleri, bakişlari, boyu ile ilgili karakter özelliklerini hayvanlardaki benzer özelliklerle kiyaslamaktadir. İslam âleminde bu tarzda eserler kaleme alma, tercüme faaliyetleriyle beraber hiz kazanmiş; kiyâfet-nâme adi altinda Arapça, Farsça ve Türkçe çok sayida eser yazilmiştir. Aristo’nun insana dair ele aldiği tüm hususlari, kiyâfet-nâme yazarlari da ele almiş ve tüm bu unsurlari tek tek incelemiştir. Bu ilim her ne kadar beden yapisi ve kişilik arasindaki ilişkileri ele alsa da güzellik hususu söz konusu olduğunda mutlak bir estetik kistas üzerinden hareket edildiği görülmektedir. Aristo, eseriyle bu ilmin ilk mümessili kabul edilmesinden dolayi Aristo estetiğinin temel özelliklerinin bu tür eserlerde açik bir şekilde kendini gösterdiğine şahit olmaktayiz. Özellikle kiyâfet-nâmelerin “mutedil güzellik” bahsinde Aristo estetiğinin içkin güzelliği önceleyerek oluşturduğu ölçü, düzen, küçüklük ve büyüklük gibi temel kistaslarin göz önünde bulundurulduğu ve kiyâfet-nâme yazarlarinin mutedil güzelliği bu ölçüler işiğinda açikladiklarini görmekteyiz. Bu çalişmamizda Aristo estetiğinden temel kavramlarindan hareketle Şabân-i Sivrihisârî’nin Kiyâfet-nâmesi’nde ele alinan mutedil güzellik bahsini ele alip Aristo estetiğinin bu kiyâfet-nâmedeki etkilerini irdelemeye çalişacağizÖğe Hamdullah Hamdî’nin Yusûf u Züleyhâ Mesnevisinde erginleşme mekânları(ISPEC Publishing, 2020-02) Bozkurt, Kenan; Bezenmiş, TubaDünyaya düşüşüyle başlayan insanoğlunun serüveni; insanoğlunun ortak belleği olan mitos, epos ve masallarda bireyin içsel değişim, dönüşüm süreci sembolik bir şekilde mekân değişikliğiyle kendini göstermiştir. Varoluş macerası olan insanlığın bilinçaltında kodlanmış aşama ve dönüşüm arketipleri olan kolektif motifler, anlatı metinlerinde görülür. Bu serüvende ‘evrensel kod’ olarak yer alan arketipler, bu anlatı metinlerinde kolektif motifi, Jung arketip olarak adlandırır. Ve insanın varoluş serüveninde evrensel kod olarak yer alır. Bu bağlamda serüven tamamen aşama arketipine bağlıdır. Serüvenin itmama ulaşması adına aşama arketipi yani monomit ile kahraman macera çağrısına kayıtsız kalmayıp merhale ve sınamalardan geçmesi ile bilincinin farkına varıp hakiki ben’i elde edecek ve tasavvufî manada eşyanın ardında gizlenen hikmeti idrak etme noktasına gelecektir. Yolculuk aşamasında kişinin mistik açıdan tamamlanabilmesi ve varoluşun idrakine varabilmesi için ‘kapalı mekânlar’ elbette kaçınılmaz bir geçiş merhalesidir. Anne rahmine benzetilen bu kapalı ve dar mekânlar, mitoslarda kahramanın erginleşme serüveninde onun benlik hazinesini keşfetmesini sağlayan birer mekân olarak karşımıza çıkmaktadır. Kahramanın girişmiş olduğu yolculukta başından geçen serüven, Jung’un ortaya koyduğu analitik psikoloji ekolü ile kişinin bireyleşime ulaşması adına kapalı dar mekânlar, sembolik manada kat etmesi gereken aşamalarından biridir. Tasavvufî öğretide ise kahramanın olgunlaşmasını sağlayan bu dar ve kapalı mekânlar çile/uzlet merhalesinde salikin içine girdiği çile hücresiyle örtüşmektedir. Bu bağlamda kahramanın girdiği kapalı mekânlar, hem tasavvufî literatürde hem de Jung’un analitik sembolizminde kahramanı olgunlaştırma, dönüştürme ve sonsuza dokunabilme istidadını keşfetmekle yeni bir “ben”in teşekkülünde önemli bir rol üstlenir. Bu çalışmamızda bir aşk mesnevisi olarak ön plana çıkan Hamdullah Hamdî’nin Yusuf u Züleyha mesnevisinden hareketle mekânın mesnevi kahramanlarının değişim/ dönüşümü üzerindeki etkisi irdelenerek mesnevide geçen kapalı ve dar mekânlar Jung’un analitik sembolizm kuramına göre irdelenecektir.Öğe Oidipal bir okuma: Nef’î’de babasızlık(ISPEC Publishing, 2020-02) Bozkurt, Kenan; Yalçın, İdris“Babalık” annelikten çok farklı bir duygu olup annelik gibi içgüdüsel ve biyolojik yanı yoktur. Babalık, çocukla baba arasında kurulan kan bağının zorunlu bir sonucu olduğu gibi tarihsel, sosyal, bir olgu olup topluma ve zamana göre de değişiklik göstermektedir. Ancak bu değişim, çocuk için asla söz konusu değildir ve çocuk için baba kendi içinde birçok anlamı barındıran ideal bir figürdür ve bu figürün çocuğun hayatında olmayışı, çocuk için hayatının sonraki evreleri için büyük travmaların oluşmasına sebep olur. Freud, baba yokluğunu bir problem olarak ele aldığı gibi varlığını da travmatik bir olgu olarak ele alır. Freud, bunu Oidipus Sendrom’u olarak ele alır ve bu sendromu, Psikanalitik inceleme yönteminin temel yapı taşlarından olan ve baba kıskançlığı, babayı ortadan kaldırma olarak tanımlar. Ona göre bu sendrom, rüyalarda, edebi metinlerde, sanatsal çalışmalarda farklı şekillerde karşımıza çıkar. 19. Yüzyılda Freud’la önemli gelişmeler katetmiş olan psikanalitik inceleme yöntemi, övme, övünme ve sövme şairi olarak şöhret bulmuş; 17. Yüzyılın ünlü kaside ve hiciv şairi Nef’î’nin şiirlerine uygulandığında araştırmacılara şairin bilinç dışının karanlık dehlizlerine farklı bir yolculuk yapma imkânı tanır. Zira divan şairleri için araştırmacılar tarafından pek de inceleme konusu yapılmamış olan psikanalitik yöntem Nef’î’nin bebeklik ve çocukluk döneminde yaşanılanların şairin ruh dünyası üzerindeki etkilerini göstermesi ve bunun şiirlerine yansımasını ortaya koyması açısından önemlidir. Nef’î, küçük yaşta babasının ailesini terk ederek ikbal uğruna Kırım hanına nedim olmasını bir türlü kabullenememiş ve Sihâm-ı Kazâ adlı eserinin ilk manzumesinde babasını bu tutumundan dolayı hicvetmiştir. Edebiyat tarihleri, Nef’î’nin bu tutumunu “babasının bile onun hiciv oklarından kurtulamadığı” şeklinde ele almış olsalar da Freud’un psikanaliz edebiyat kuramında şairin babasını hicvetmesi, onun salt heccav karakterinden kaynaklı olmadığını bize göstermektedir. Freud’a göre şairin babasını hicvetmesi, babasının kendisini terk etmesinin kendisinde yarattığı travma ve bu travmanın şiirsel formdaki babadan öç alma duygusunun tezahürüdür. Bu çalışmada Nef’î’nin Sihâm-ı Kazâ adlı eserinde babasına yazdığı hicivden ve diğer şiirlerinden hareketle babasız kalmasının şairin ruh dünyasında meydana getirdiği tahribat ve onun babaya karşı takındığı olumsuz tavır, Freud’un psikanaliz edebiyat kuramı ve Oidipus Sendromu’ndan hareketle izah edilmeye çalışılmıştır.