Yazar "Bozkurt, Kenan" seçeneğine göre listele
Listeleniyor 1 - 20 / 36
Sayfa Başına Sonuç
Sıralama seçenekleri
Öğe 16. Yüzyılda Sivrihisarlı bir müellif: Şaban-ı Sivrihisarî ve Firast-namesi(Sivrihisar Belediyesi, 2015-10) Bozkurt, KenanÖğe Ali Nihad Tarlan(Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi, 2019) Bozkurt, KenanDağıstan'dan Erzurum'a göçmüş bir aileden olup 1898 yılında İstanbul'da doğar. Babası üçüncü ordu muhasipliğinden emekli Mehmed Nazif Beydir. Babasından ilk eğitimini alır, ondan Farsça Gülistan ve Bostan'ı okur (Tarlan, 1995:1).Babasının görevinden dolayı Manastır ve Selanik'te kalır, eğitimini burada sürdürür. İstanbul'a ailesinin dönüşü üzerine Vefa İdadisi'ne devam eder. Burada Fransızca öğrenir, Fars edebiyatına yönelir. Askerliğini Dördüncü Sahra Topçu Şubesi ile Şube-i Mahsusa'da Osmanlı Kanunlarını Farsçaya tercüme göreviyle tamamlar. Darülfünun'un Fransızca ve Farsça bölümlerini, 1920 yılında da Edebiyat Fakültesi'ni bitirir. 6 Nisan 1919'da Gazi Osman Paşa İdadisi'ne Fransızca öğretmeni olarak tayin edilir. Bu görevden sonra birçok Türk ve azınlık okulunda Farsça, Fransızca, edebiyat ve Türkçe öğretmenliği yapar. 20 Ağustos1933 tarihinde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne metinler şerhi doçenti olur. 1 Ağustos1941'de profesörlüğe yükselir. 1 Ağustos 1972'de emekliye ayrılır. 30 Eylül1978'de vefat eder. Cenazesi, İçerenköy Kabristanı'na defnedilir. Tarlan, metin şerhi, metin neşri, biyografi eserleri, edebî, dînî, içtimaî vb. konulardaki yazılar, tercüme ve telif çok sayıda eser kaleme almış önemli bir ilim adamı olmakla beraber şiirler de kaleme almıştır. Şiir yazmaya küçük yaşta başlayan Tarlan, edebiyatın değişim ve dönüşüm sürecine paralel olarak Servet-i Fünûn üslûbunda soneler, divan tarzında Türkçe ve Farsça gazeller, âşık ve tekke edebiyatı vadisinde koşma ve nefesler, Millî Edebiyat cereyanının etkisinde manzumeler, serbest vezinde şiirlerle devam etmiştir (Kut, 2011:109) Bu şiirlerinde değişik akımların etkisinde kalmıştır. Tarlan'ın şairliğinin önemli bir yönü de tarih düşürmesidir (Çelebioğlu, 1989:20-21). Tarlan, edebi gayeyle yazdığı şiir ve nesirleri Güneş Yaprak, Kuğular adlı eserlerinde toplamıştır (Erdoğan2018:695).Öğe Bâkî Fuzûlî Şeyhülislâm Yahyâ ve Nedîm divanlarında haz kavramı(Journal of Turkish Studies, 2015-01) Bozkurt, KenanMutluluk uyandıran, zevk veren tüm duyguların karşılığı olarak kullanılan haz kavramı, Divân şiirinde çok sık olarak işlenen temalardandır. Haz, şâirlerin hazza bakışlarına, kişisel özelliklerine, mensubu olduğu düşüncelere, bağlı olduğu tarikatlara göre farklılık arz etmektedir. Bazı şâirler, şiirlerinde dünyevi arzuları, bedensel zevkleri işlerken bazı şâirler ise manevîyattan, aşk ve aşkın hallerinden duydukları zevki konu edinmektedirler. Kişinin haz kavramını ele alması, kişiyi hazzı yaşayan biri haline getirmez. Kişinin hazzı yaşayan, onu tadan biri olması için hazzı hayatının merkezine oturtup ona dair bir felsefî altyapı oluşturması gerekmektedir. Haz kavramını ele alan birçok Divân şâirinin bu felsefî ve düşünsel altyapıyı oluşturduklarını, aşk kavramını ele alırken bu felsefî ve düşünsel altyapıdan hareket ettiklerini görürüz. Şâirlerin kendilerini rind, âşık, mutasavvıf, zahid olarak tanıtmaları onların aldıkları hazzın felsefî arka planı hakkında bilgiler verir. Ama Divân şiirinin klişe yapısı içinde, hazzın da klişe bir kavram olarak kullanıldığına şahit olmaktayız. Hayatı boyunca içkinin bir damlasını ağzına almayan, meyhânenin yolunu bile bilmeyen şeyhülislâmların şarabın ve meyhânenin verdiği zevkten başlarının nasıl döndüğünü ballandırarak anlattığı görülür. Peki bunu nasıl izah etmeliyiz? Bunu izah için de devreye Divân şiirinin sembol dili girmekte; şarap, meyhâne gibi kavramlar tasavvufun sembolik dilindeki anlamlarıyla düşünmemiz gerekmektedir ki şâirlerin asıl maksatlarını ne olduğunu anlayabilelim. Bu çalışmamızda Divân şiirinin dört büyük şâiri Bâkî, Fuzûlî, Şeyhülislâm Yahyâ ve Nedîm’in divânlarında hazzı nasıl ele aldıklarını incelemeye çalışacağız.Öğe Bâkî, Fuzûlî, Şeyhülislâm Yahyâ ve Nedîm divanlarında haz kavramı(Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 2015) Bozkurt, KenanMutluluk uyandıran, zevk veren tüm duyguların karşılığı olarak kullanılan haz kavramı, Divân şiirinde çok sık olarak işlenen temalardandır. Haz, şâirlerin hazza bakışlarına, kişisel özelliklerine, mensubu olduğu düşüncelere, bağlı olduğu tarikatlara göre farklılık arz etmektedir. Bazı şâirler, şiirlerinde dünyevi arzuları, bedensel zevkleri işlerken bazı şâirler ise manevîyattan, aşk ve aşkın hallerinden duydukları zevki konu edinmektedirler. Kişinin haz kavramını ele alması, kişiyi hazzı yaşayan biri haline getirmez. Kişinin hazzı yaşayan, onu tadan biri olması için hazzı hayatının merkezine oturtup ona dair bir felsefî altyapı oluşturması gerekmektedir. Haz kavramını ele alan birçok Divân şâirinin bu felsefî ve düşünsel altyapıyı oluşturduklarını, aşk kavramını ele alırken bu felsefî ve düşünsel altyapıdan hareket ettiklerini görürüz. Şâirlerin kendilerini rind, âşık, mutasavvıf, zahid olarak tanıtmaları onların aldıkları hazzın felsefî arka planı hakkında bilgiler verir. Ama Divân şiirinin klişe yapısı içinde, hazzın da klişe bir kavram olarak kullanıldığına şahit olmaktayız. Hayatı boyunca içkinin bir damlasını ağzına almayan, meyhânenin yolunu bile bilmeyen şeyhülislâmların şarabın ve meyhânenin verdiği zevkten başlarının nasıl döndüğünü ballandırarak anlattığı görülür. Peki bunu nasıl izah etmeliyiz? Bunu izah için de devreye Divân şiirinin sembol dili girmekte; şarap, meyhâne gibi kavramlar tasavvufun sembolik dilindeki anlamlarıyla düşünmemiz gerekmektedir ki şâirlerin asıl maksatlarını ne olduğunu anlayabilelim. Bu çalışmamızda Divân şiirinin dört büyük şâiri Bâkî, Fuzûlî, Şeyhülislâm Yahyâ ve Nedîm’in divânlarında hazzı nasıl ele aldıklarını incelemeye çalışacağız.Öğe Bâkî’nin şiirlerinde tasavvuf, aşkın ezelî boyutu ve güzellik(Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2017-12) Bozkurt, KenanTürk edebiyatının en büyük şâirlerinden biri olan ve döneminde “sultânü’ş-şuarâ” olarak kabul edilen Bâkî’nin sahip olduğu şöhret, günümüzde de devam etmektedir. Şâirin sahip olduğu bu şöhretten dolayı gerek edebiyat tarihlerinde gerek müstakil çalışmalarda kendisine özel bir yer ayrılmıştır. Ancak Bâkî üzerine yapılan birçok çalışmada hakkında verilen hükümler birbirini tekrarlar mahiyette olduğundan şâirin birçok yönünün gölgede kalmasına neden olmuştur. Şâirin gölgede kalan/bırakılan yönlerinden biri de onun şiirlerinde yer alan tasavvufî boyuttur. Şâir, bu boyutu genel itibariyle aşk ve güzellik üzerinden ele almıştır. Ancak Tanzimat’la beraber düşünce dünyamızda yaşanan değişim, aşk ve güzelliğe yüklenen anlam da değişmiştir. Bu değişim şâirin ele aldığı aşk ve güzellikle bizim ele aldığımız aşk ve güzellik arasında anlamsal olarak bir kopukluğun ve ayrışmanın yaşanmasına neden olmuştur. Bu kopukluk ve ayrışma, ister istemez şâirin şiirlerinin doğru bir şekilde anlaşılmasını engellemiştir. Günümüzde karşı cinslerin birbirine duyduğu sevgiyi karşılayan aşk, tarih boyunca neliği ve kaynağı sürekli tartışılmış, tamamen beşerî bir duygu olarak ele alındığı gibi, ilahî nefhanın bir parçası olarak da kabul görmüştür. Özellikle ezoterik düşüncenin savunucuları, aşkı ilahî nefhanın bir parçası kabul etmiştir. Klasik şiirin en büyük şâiri olarak kabul gören Bâkî’nin eserleri üzerinde çalışma yapanlar, genel olarak şâirin şiirlerinde işlediği aşkı beşerî boyutta ele almış ve bu aşkın tasavvufla olan bağlantısını görmezden gelmiştir. Ancak şâirin şiirlerinde aşk, gündelik anlamıyla ele alındığı gibi beşeri aşan, aşkın/transandantal bir boyutla da ele alınmıştır. Özellikle bazı şiirlerinde aşk, varoluşu aşan, yaratılışla başlayan ve ilahî kudrete duyulan bir duygu olup ezelî bir nitelik taşır ve aşkın maddî varoluştan önce olduğu görülür. Şâirin aşkı bu anlamda ele alması, onun aşka yüce bir anlam yüklediğinin de göstergesidir. Bu anlamda şâir, aşkı sadece bir duygu olarak değil, ontolojik ve epistemolojik bir olgu olarak ele alır. Zira şâirin aşka yüklediği ezelî boyut ve aşkın varoluşun asıl gayesine dönüşmesi, aşkın bir bilgi edinme yöntemi olarak görülmesini sağlar. Bu da “İnsanın Tanrı’ya ancak aşkla ulaşabileceği” düşüncesinin bir tezahüründen ibarettir. Bâkî, güzelliği de bu aşkın bir parçası olarak ele alır ve bu bilgi edinme sürecinde güzelliği temel unsur olarak görür. Şâir, tasavvufta sıkça tekrarlanan “Küntü kenzen mahfiyyen/Ben gizli bir hazineydim.” hadisinden hareketle bilinmeyi aşk olarak kabul eder ve güzelliği de bu aşkın ortaya çıkmasını sağlayan Allah’ın cemâl sıfatı olarak tanımlar. Bâkî, Tanrı’nın insanı kendi suretinden yarattığı ve insanın güzelliğini tecellî yoluyla ondan aldığı düşüncesinden hareketle âlemdeki her türlü güzelliği Allah’ın güzelliğinden bir cüz olarak görür. Şâire göre idrak sahibi insanlar, bu güzelliği temâşâ ederek cüzden külle ulaşması mümkündür. Ancak, insan maddî dünyaya inmeden önce her ne kadar ilahî güzelliği temâşâ ederek aşka tutulmuş olsa da maddî boyuta büründükten sonra ezel bezminde temâşâ ettiği güzelliği unutmuştur. İnsan, maddî boyutta bu güzelliği tam olarak hatırlamasa da onda var olan güzellik imgesi, onu gördüğü her güzelliğe meylettirir. Bu yüzden insan gördüğü her maddî güzelliğe tutularak ona meftun olur. Bu anlamda cüz, olgunluğa ermemiş âşık için külle varmada bir engeldir. Âşık, cüzden kurtulmak için, diğer bir deyişle maddî boyutun ardında gizli olan ilahî boyutu idrak edebilmek için kalp gözünün açılması gerekir. Kalp gözünün açılması da ancak aşk ile mümkün olduğundan aşk epistemolojik ve ontolojik bir boyuta bürünerek karşımıza çıkar ve aşk, Bâkî’nin şiirinde mutlak olana ulaşmada “ezel”den insana yoldaş olmuş bir rehbere dönüşür. Aşka ve güzelliğe şâirin yüklediği ontolojik ve epistemolojik anlamı dikkate aldığımızda Bâkî’nin divanında ele aldığı aşkın ve güzelliğin iddia edildiği gibi tasavvuftan uzak, maddî boyutta olmadığı, aksine aşk ve güzelliğin tasavvufî bir boyut taşıdığını göstermektedir. Bu çalışmamızda Bâkî’nin ele aldığı aşk ve güzellik meselesini ele alıp aşk ve güzelliğin ilahî olan boyutunu irdelemeye çalışacağız.Öğe Benlik hazinesinin keşfinde İskender’in içsel yolculuğu(Turkish Studies - Language and Literature, 2019-09-10) Bozkurt, KenanKlasik metinler ve halk anlatıları toplumun değer yargılarının, inanışlarının sevinç ve korkularının dışa vurumu olduğu gibi bireyin kendini tanıması, varoluşunun bilincine varması bağlamında önemli unsurları ve sembolik anlatımları bünyesinde barındırır. Edebî metinlerde kullanılan birçok hayali unsur, bize fantastik gelirken Jung’un psikolojik yaklaşımında bu unsurlar, birer arketip olarak karşımıza çıkar. Masal, destan, mitoloji gibi anlatımlarda sıkça karşımıza çıkan arketipsel sembolizm, klasik şiirin destanları/romanları olan mesnevilerde kullanılan sembolik anlatımlarla benzerlik gösterir. Özellikle destansı bir nitelik taşıyan Ahmedî’nin İskender-nâme adlı eserinin, kökeni ritüel ve mitoslara dayanan “ayrılma-erginlenme-dönüş” arketiplerine uygun olarak bireyselleşme mücadelesi, “yüce birey, anima-animus ve gölge” arketiplerinin tüm özelliklerini yansıttığını görmekteyiz. Eserde görülen tüm bu kavramlar, aynı zamanda tasavvufî anlamları da içinde barındırır. Tasavvufta insan-ı kâmil olma yolunda salikin aşması gereken süreçlerle Jung psikolojisinin asıl gayesini oluşturan bireyleşim aşamaları birebir benzerlik gösterir. Bu benzerliği İskender-nâmede açık bir şekilde görmek mümkündür. İskender’in gördüğü rüyanın ilahî bir sembol olduğunu anlamasıyla başlayan yolculuğu ve bu yolculukta yaşadığı tüm maceralar onun kemalata/ insan-ı kâmil mertebesine ulaşmadaki aşamaları içermektedir. İskender’in yaptığı mücadelelerin, ejderha, şeytan ve devlerle giriştiği savaşın ve Hızır ile ab-ı hayatı bulmak için çıktığı zorlu yolculuğun kahramanın bireyleşim/kemalat sürecindeki etkileri şâir, bir takım semboller üzerinden anlatmıştır. Bu çalışmada XIV. yüzyıl şâirlerinden Ahmedî’nin İskender-nâme adlı eseri, kahramanlık mitosuna ve arketipsel sembolizme göre ele alınıp incelenmiştir.Öğe Bir “Rind-i Bî-Kayd”ın düşünce atlasına yolculuk (Şeyhülislâm Yahyâ’da Rindlik)(TYB Akademi, 2019-01) Bozkurt, KenanKlasik şiirin vazgeçilmez unsurlardan birisi olan rind, şâirlerin asırlarca kendilerini ifade etmek için başvurdukları kavramdır. Yoğun olarak işlenen bu kavram, eski kültürün bir parçasıdır ve tasavvuftaki hâl ve makamları ifade eder. Klasik kültürün ideal insan tipinin bir yansıması olduğu gibi rind, aynı zamanda bir zihniyetin de temsilcisidir. Bu zihniyet, kâlden ziyade hâle önem veren, içselleştirilmiş imanın yaşam tarzına dönüştüğü inançtır. Bu anlamda rinde atfedilen şarap içme, sarhoşluk, vurdumduymaz olma, anı yaşama gibi vasıflar, onun iman ve irfan yolundaki hâllerinin sembolik ifadeleridir. Bu çalışmamızda Şeyhülislâm Yahyâ’nın divanından hareketle şâirin hem rindlik düşüncesi ve hayat algısı hem de şiirlerinde yer alan şarap, felek, rind-zâhid çatışması, riyakârlığa karşı olma, kaza ve kadere boyun eğme gibi tasavvufta irfânî düşüncenin bir parçası olan kavramlar ele alınacaktırÖğe Cümle bilgisi(Sınırsız Kitap yayıncılık, 2015) Bozkurt, KenanÖğe Erzurumlu Kadı Mustafa Darîr hakkında bir bibliyografya denemesi(Uluslararası Sosyal ve Beşeri Bilimler Araştırma Dergisi, 2019-12-10) Bozkurt, Kenan14. yüzyılın önemli şair ve nasirlerinden olan, doğuştan kör olduğu için kaynaklarda kendisinden Darîr/Gözsüz diye bahsedilen Mustafa b. Yûsuf b. Ömer ed-Darîr el-Erzeni’r-Rûmî, Türkçenin konuşulduğu Anadolu, Suriye, Mısır gibi değişik coğrafyalarda hayatını sürdürmüştür. Erzurum’da doğup burada yetiştiği için “Erzurumlu” olarak anılmaktadır; ancak onun hayatı hakkındaki bilgilerimiz, kaynak eksikliğinden dolayı oldukça sınırlı olup kendisinin eserlerinde verdiği sınırlı bilgiden ibarettir. Yazdığı eserlerle tanınan Darîr, özellikle Kıssa-yı Yûsuf ve Sîretü’n-Nebî adlı eserleriyle kendinden sonra yetişmiş ve bu alanda eser vermiş şairleri etkilemiştir. Bu anlamda Darîr’i Anadolu’da teşekkül eden İslam etkisindeki Türk edebiyatının kurucu şahsiyetlerinden biri olarak görmek gerekmektedir. Onun bu önemi, yazdığı eserlerde de kendini göstermekte olup eserleri, Türk nesir dilinin şekillenmesindeki etkisinden dolayı bu alanda çalışma yapacaklar için bir hazinedir. Eserlerinin dil tarihi araştırmalarında sahip olduğu özellikten ötürü yerli ve yabancı birçok araştırmacının dikkatini çekmiş ve eserleri üzerinde araştırmalar yapılmıştır. Bu çalışmamız, son zamanlarda bilimsel alanlarda gittikçe ihtiyaç duyulan bibliyografya çalışmalarına katkı sunmak amacıyla Kadı Darîr ve eserleri üzerinde yapılan çalışmaların bir kaynakça tasnifini içermektedir. Bu amaçla da Darîr ve eserleri üzerinde yapılan kitap, tez, makale, bildiri, ansiklopedi maddeleri, edebiyat tarihleri vb. çalışmaların kaynakça tasniflerini içermekte olup bir bibliyografya denemesi olarak hazırlanmıştır.Öğe Fuzûlî’de erkek güzelliği ve mahiyeti(Fırat Üniversitesi, 2016-10) Bozkurt, KenanFuzûlî’nin güzelliğe dair mecâzları erişilmez bir kadına duyulan aşkı ifade eden klasik modelin tesiri altında olmasına rağmen şiirlerinde her zaman ilâhî tecellîgâh olarak güzelliğin ve aşkın ana objesinin kadın olmadığı da görülür. Şâirin bazen ele aldığı güzellin bir kadın olduğuna dair işaretler oldukça açık gibi görünmekle beraber bazen bu işaretler, erkek için de kullanılmaktadır. Şâir, birçok şiirinde çok açık bir şekilde tüyü bitmemiş erkek çocukların güzelliğine methiyeler dizdiğine şahit oluruz. Ayrıca şair, tellak övgüsünün yer aldığı ve bazı araştırmacıların homoseksüel bir eğilim olarak gösterdiği gazelinde kadın güzelliğine dizdiği methiyelerin benzerini tellak için de dizerek erkek güzelliğine olan tutkusunu anlatır. Bu bildirimizde Fuzûlî’nin şiirlerinde ele aldığı erkek güzelliğinin mahiyetini ve bu güzelliğe yapılan övgünün gayesini irdelemeye çalışıp şâirin şiirlerinde erkek güzelliğinin işlevi üzerinde duracağız.Öğe Fuzûlî’de kadın güzelliği ve bu güzelliğin işlevi(Batman Üniversitesi, 2017-03) Bozkurt, KenanÖğe Fuzûlî’nin şiir estetiğinde güzelliğin prototipleri(Selçuk Üniversitesi, 2018-06) Bozkurt, KenanFuzûlî’nin estetiğinde güzelliğin ne olduğu hususu, doğrudan ele alınıp işlenmediği gibi güzelliğin bizzat kendisi anlatılmaz. Şâir, güzelliği en yetkin örnekleri üzerinden hareketle anlatma yoluna gider ki bunlar, genelde güzelliği kâmil bir şekilde ortaya koyacak görsel varlıklar, güzelliğiyle dillere destan olmuş şahıslar, soyut ya da sanatsal yönü olan varlıklardır. Güzelliği karşılamak için şâirin kullandığı prototipler, insan zihninde anlamlanan, farklı obje ve olguların değişebilen ortak özelliklerini yansıtan temsil objesine dönüşür. Böylece güzelliği temsil eden prototip, zihin ve dil arasındaki ilişkinin en önemli unsuru olur. Hatta prototip, güzelliğin yerini alacak bir temsiliyet kazanır. Fuzûlî’nin güzellik için kullandığı benzetilen unsur ile güzellik arasında kurduğu özdeşlik, parçanın bütüne ait tüm anlamsal içerimleri kapsadığından güzelliğin kemâlini anlatacak sıfatlara gerek duyulmaksızın prototip üzerinden güzellik, kâmil bir şekilde anlatılmış olur. Şâirin başvurduğu bu anlatım yolu, prototipler üzerinden hareketle güzelliği anlatmaktır. Bu çalışmamızda Fuzûlî’nin şiir estetiğinde güzelliğin ifade aracı olan prototipleri ve bu prototiplerin işlevi, türleri ve nasıl oluşturulduğu üzerinde duracağız.Öğe Hamdullah Hamdî’nin Yusûf u Züleyhâ Mesnevisinde erginleşme mekânları(ISPEC Publishing, 2020-02) Bozkurt, Kenan; Bezenmiş, TubaDünyaya düşüşüyle başlayan insanoğlunun serüveni; insanoğlunun ortak belleği olan mitos, epos ve masallarda bireyin içsel değişim, dönüşüm süreci sembolik bir şekilde mekân değişikliğiyle kendini göstermiştir. Varoluş macerası olan insanlığın bilinçaltında kodlanmış aşama ve dönüşüm arketipleri olan kolektif motifler, anlatı metinlerinde görülür. Bu serüvende ‘evrensel kod’ olarak yer alan arketipler, bu anlatı metinlerinde kolektif motifi, Jung arketip olarak adlandırır. Ve insanın varoluş serüveninde evrensel kod olarak yer alır. Bu bağlamda serüven tamamen aşama arketipine bağlıdır. Serüvenin itmama ulaşması adına aşama arketipi yani monomit ile kahraman macera çağrısına kayıtsız kalmayıp merhale ve sınamalardan geçmesi ile bilincinin farkına varıp hakiki ben’i elde edecek ve tasavvufî manada eşyanın ardında gizlenen hikmeti idrak etme noktasına gelecektir. Yolculuk aşamasında kişinin mistik açıdan tamamlanabilmesi ve varoluşun idrakine varabilmesi için ‘kapalı mekânlar’ elbette kaçınılmaz bir geçiş merhalesidir. Anne rahmine benzetilen bu kapalı ve dar mekânlar, mitoslarda kahramanın erginleşme serüveninde onun benlik hazinesini keşfetmesini sağlayan birer mekân olarak karşımıza çıkmaktadır. Kahramanın girişmiş olduğu yolculukta başından geçen serüven, Jung’un ortaya koyduğu analitik psikoloji ekolü ile kişinin bireyleşime ulaşması adına kapalı dar mekânlar, sembolik manada kat etmesi gereken aşamalarından biridir. Tasavvufî öğretide ise kahramanın olgunlaşmasını sağlayan bu dar ve kapalı mekânlar çile/uzlet merhalesinde salikin içine girdiği çile hücresiyle örtüşmektedir. Bu bağlamda kahramanın girdiği kapalı mekânlar, hem tasavvufî literatürde hem de Jung’un analitik sembolizminde kahramanı olgunlaştırma, dönüştürme ve sonsuza dokunabilme istidadını keşfetmekle yeni bir “ben”in teşekkülünde önemli bir rol üstlenir. Bu çalışmamızda bir aşk mesnevisi olarak ön plana çıkan Hamdullah Hamdî’nin Yusuf u Züleyha mesnevisinden hareketle mekânın mesnevi kahramanlarının değişim/ dönüşümü üzerindeki etkisi irdelenerek mesnevide geçen kapalı ve dar mekânlar Jung’un analitik sembolizm kuramına göre irdelenecektir.Öğe Has bahçenin son yaprakları: İşkodralı İbrahim Fehmi Divanı(Journal of Turkish Language and Literature, 2020-01-31) Bozkurt, KenanAnadolu’da kurulan ilk beyliklerle başlayan klasik şiir geleneği Osmanlı devletinin beylikten imparatorluğa uzanma süreciyle paralel ve kesintisiz olarak gelişimini sürdürmüştür. Osmanlının siyasi evrelerine benzer evrelerde gelişen bu edebiyat, 16-17. yüzyılda gelişiminin zirvesini görmüş; Hayâlî, Zâtî, Fuzûlî, Bâkî, Ş. Yahyâ, Nâbî, Nef’î gibi zirve şahsiyetler yetiştirerek altın çağını yaşamıştır. Osmanlı İmparatorluğunda 17. yüzyıldan sonra önce duraklama sonra da başlayan gerilemenin siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanda olumsuz etkileri, edebiyata da sirayet etmiş; klasik edebiyat, eski sanatsal gücünü yitirmeye başlamış ve Şeyh Galip ile son büyük temsilcisini yetiştirmiştir. Bu edebiyat, Şeyh Galip’ten sonra da 19. yüzyılın sonuna kadar birçok şair yetiştirmeye devam etmişse de eski gücüne bir daha ulaşamamış ve Tanzimat’la beraber başlayan Batı tarzı edebiyata yenik düşerek yurtiçi ve yurtdışı kütüphanelerinde bu edebî devreye ait binlerce elyazması eser geriye bırakarak miadını doldurmuştur. Manzum ve mensur türde birçok eser verilmekle beraber hiç şüphesiz bu edebiyatın en önemli eserleri divanlardır. Bu önemden ötürü da bu edebiyat, uzun süre “Divân Edebiyatı” olarak anılmıştır.Öğe Hayali Bey Divanı’nda poetik söylem bağlamında tefahür(Mukaddime, 2019-11-28) Bozkurt, Kenan; Bezenmiş, TubaKlasik şiiri Fars edebiyatı seviyesine getirme hususunda emeği inkâr edilemeyen Hayâlî Bey, Kalenderî grubuyla adım attığı İstanbul’da şairlik dehasıyla kendini ispatlamış, devlet ricalinin hamiliğini kesp ederek klasik şiirin zirve şahsiyetlerinden birisi olmuştur. Sanatçı kişiliği, çağdaşları tarafından takdir edilerek “sultânü’ş-şuârâ-yı Rûm” unvanıyla onurlandırılmıştır. Ancak şair, Osmanlı patronaj geleneğinin bir gereği olarak söz söylemedeki ustalığını, şairlik dehasını kasidelerin fahriye ve gazellerin makta bölümünde ortaya koyarak tefahürde bulunmuştur. Aslında bu bölümler, şairin kendisini övmesi için uygun bir fırsatın yaratıldığı bölümlerdir. Bu bölümde şair, şairlik kudretinden, erdemlerinden, ne kadar usta bir şair olduğundan abartılı bir şekilde bahseder ve kendisiyle diğer şairler arasında bir mukayeseye girerek üstünlük iddiasında bulunur. Bu çalışmamızda Hayâlî Bey’in Divânı, tefahür bağlamında taranarak şairin tefahürde bulunduğu beyitler tespit edilmiş ve bu beyitler, şairin poetik söylemi bağlamında incelenmiştir.Öğe Hüsn-ü Aşk’a felsefî ve tasavvufî bir bakış: Aşk’ın kalbe yolculuğu(Batman Üniversitesi, 2020-06-30) Bozkurt, KenanYol ve yolculuk, insanoğlunun varoluş serüveninin bir parçası olduğundan kültür ve coğrafya ayrımı olmaksızın bütün ezoterik düşüncelerde ortak bir imge olarak karşımıza çıkmaktadır ve bu düşüncelere ait klasik metinlerde sembolik örüntü içinde çok sık bir şekilde işlenmiştir. İnsanı büyük bir evren olarak ele alan ezoterik düşünce, insanın yaşadığı maddi âlemden kurtulup özüne ulaşmasını sağlayacak ve kendisini aşkın varlığın bilincine ulaşmasını sağlayacak bir yolculuğun gerekliliğine sürekli atıfta bulunur. Âşık Veysel’in iki kapılı bir hana benzettiği bu dünyada insan ömrü, varoluşla beraber bir başlangıca ölümle beraber bir sona bağlıdır ve insan bu arada menziline varmak için sürekli yürüyen bir yolcu konumundadır. Somut bir yolculuk gibi görünse de manevi bir niteliğe sahip olduğunu ve varoluşun asıl gayesinin de bu yolculuk olduğunu Kur’an’dan öğrenmekteyiz. Kur’an’ın insanın anlamsız yere yaratılmadığına yaptığı vurgu, onun varoluşunun bir anlam ve ideal üzerine konumlandırıldığını bize açıkça gösterir. İslam’ın mistik boyutunu oluşturan tasavvuf, insanoğlunun varoluş ideali ve sırtına yüklenen bilme sorumluluğunu, yeryüzüne düşüşü ve tekrar Allah’a dönderilişini; yol, yolcu ve yolculuk imgesiyle ifade eder. Mutasavvıflar, Allah’tan kopan ruhun tekrar ona yükselişini ve bu dönüşte yaşadığı manevi değişim, dönüşüm ve zorlukları bir sefer bağlamıyla anlatmıştır. Bu, aynı zamanda insan-ı kâmil olma sürecinin de ifadesidir.Öğe Küfrün süje ve objesi olan şair: Nef’î(Ulak Bilge Uluslararası Sosyal Bilgiler Dergisi, 2020-06-19) Bozkurt, Kenan; Yalçın, İdris17. asrın ve klasik Türk edebiyatının övme, övünme ve sövgü şairi olarak tanınan kaside üstadı Nef’î, Türkçe Divan’ında Türk edebiyatının en güzel kaside örneklerini vermiştir. Şair, Farsça Divan’ında övme ve övünmedeki aşırılığı çoğu zaman bir taraf bırakarak şiirlerini tasavvuf temelinde kaleme almıştır. Sihâm-ı Kazâ adlı hiciv mecmuasında ise öfkesini kontrol etme noktasında sıkıntılar yaşadığı belli olan Nef’î, kendisine yöneltilen eleştirilere ve küfürlere diline hakim olmayı başaramayıp misliyle karşılık vermiştir. Bu yüzden de küfrün hem nesnesi hem de öznesi olmuştur. Bu tavrı dolayısıyla sağlıklı ilişkiler geliştirme noktasında sıkıntılar yaşayan şairin öfke şeklinde dışa yansıyan güçlü görünme isteği ve başkalarına tahakküm etme hırsının psikolojik nedenleri hakkında çıkarımlarda bulunmayı amaçlayan bu çalışmada örnek beyitlerden hareketle şairin ruh dünyasının derinliklerine inilerek Nef’î’nin küfürlerinin ve saldırgan tavrının bilinç dışında yatan nedenleri ortaya konmaya çalışılacaktır. Bu çalışmada Nef’î’nin Sihâm-ı Kazâ adlı hiciv mecmuasından hareketle şairin küfür içerikli manzumeleri ve bu manzumelerin psikolojik sebepleri psikanaliz kurama göre irdelenmiştir. Bu yönüyle çalışmanın benzer çalışmalara kaynaklık etmesi ve araştırmacıların küfür manzumelerine farklı bir gözle bakabilmesi amaçlanmıştır.Öğe Necâtî Bey’in kasidelerinde hâmî ve caize arayışı(ASOS Journal Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2020-02-29) Bozkurt, Kenan; Yalçın, İdrisKlasik şairlerin devlet ricaline yakın olma ve edebî faaliyetlerini bu şahsiyetlerin himâyesinde devam ettirip kendilerine bu şekilde bir statü elde etmek istemeleri, Ortaçağ Doğu ve Batı dünyasında kabul gören bir geleneğin parçasıdır. Başkentler, saraylar, devrin ileri gelenlerinin konakları, şair-hâmî ilişkilerinin en sık yaşandığı yerler olmuştur. Ancak Doğu dünyasında peygamberin Ka’b bin Züheyr’in yazdığı ve Kaside-i Bürde olarak bilinen şiir karşılığında kendisine hırkasını hediye etmesi, şaire hediye verilmesinin sünnet addedilmesini ve dinsel bir formasyon kazanmasını sağlamıştır. Sanatçı, eserini iktidara sunarak makam, mevki, caize ve şöhret elde ederken iktidar sahipleri de iktidarlarını bu sayede geniş halk kitlelerine yayma fırsatı yakalardı. Bu anlamda şairin hâmîsine sunduğu eser, salt caize elde etme amacından daha öte anlamlar ifade etmektedir.15. yüzyılın önemli şairlerinden Necâtî Bey’in de hayatında hâmîlik izlerini ve kasidelerini sunduğu devlet ricalinden caize talep ettiğini görmek mümkündür. Şairin kasidelerini baz alarak şairin himâye ve caize talebini ortaya koymak bu çalışmanın ana eksenini oluşturmaktadırÖğe Necâtî Bey’in şiirlerinde Türk kavramının kullanımı(Ubak Yayınevi, 2019-12-31) Bozkurt, KenanGünümüzde geniş bir coğrafyada yaşayan, kendine has dili, kültürü ve tarihi olan bir ırkın karşılığı olan Türk, tarihsel süreçte değişik anlamlar kazanmış ve farklı milletler tarafından bu sözcüğe anlamlar yüklenmiştir. İlk olarak Çin kaynaklarında “Tou-kiou” şeklinde yer alır. Çinliler, Türklerin yaşadığı coğrafyayı miğfere benzettiğinden Türk sözcüğünü, miğfer anlamıyla kullanmışlar. Bu sözcük, Türklerin ilk yazılı ürünü olan Göktürk Yazıtları’nda ise birçok milletin dilindeki “güç, kuvvet, töre” anlamıyla yer almıştır. Türklerin İslam dairesine girmeleriyle beraber Türk gulamlar, Arap ve Fars şiirinde bir güzellik unsuru olarak yer almıştır. Dönemin şairleri, bu gulamların güzelliğini, güzelliklerinin kendi üzerlerinde bıraktığı tesiri çeşitli hayal unsurlarıyla beraber kullanma yoluna gitmiştir. Ancak Türk gulamların güzelliğine yapılan övgülerde onların savaşçı, yağmacı, acımasız, kan dökücü yönüne de vurgu yapılmıştır. Türk sevgili tipi Osmanlı dönemi şiirlerinde de yaygın olarak kullanılmakla beraber, Osmanlı toplumunda Fatih’le beraber değişen idari ve siyasi çevre, devletin imparatorluğa ulaşması ve içine çok sayıda milletin dâhil olmasıyla Türk sözcüğü, şairler tarafından hem sevgili ve onun bazı vasıflarını anlatma sembolüyken hem de aşağılanmış, hor görülmüş bir milletin karşılığı olarak olumlu ve olumsuz anlamlara gelecek şekilde kullanılmıştır. Türk sözcüğünü, hem olumlu hem de olumsuz anlamlara gelecek şekilde kullanan şairlerden biri de 15. yüzyılın önemli şairlerinde Necâtî’dir. Bu çalışmada Türk sözcüğünün anlamı, Arap, Fars ve Türk şiirindeki kullanımı ele alındıktan sonra bu sözcüğün Necâtî’nin şiirlerinde kullanımı ve içerdiği anlamlar üzerinde durulacaktır.Öğe Nef’î’nin şiirlerinde narsisizmin yansımaları(ISPEC Publishing, 2020-02) Bozkurt, Kenan; Yalçın, İdrisEdebî eserlere psikolojik bir bakış açısıyla yaklaşıp bu eserleri psikanalitik yöntemle tahlil etmek Freud’la başlamış ve sonraki psikologlar tarafından geliştirilmiştir. Psikanilitik eleştiri yöntemi sayesinde sanatçıların hayatlarından hareketle bilinçdışının derinliklerine inilmiş ve oradan hareketle edebi eserlerin oluşum süreci hakkında saptamalarda bulunulmuştur. Edebî eserde dile getirilenler bu yöntemle analiz edilmiştir. Bu analizlerde narsizmin önemli bir yeri vardır. Günümüzde kişiliğin tespitinde kullanılan “narsisizm” adını Yunan mitolojisinde sudaki yansımasını görünce o yansımaya, yani kendi kendine âşık olan, ona ulaşmak için suya düşüp boğulan genç ve yakışıklı Narkisos’tan alır. Kişinin kendisindeki eksikliklere karşı geliştirmiş olduğu bir tür savunma mekanizması olan narsisizm kişinin tüm ilgiyi kendisinde toplama gayesidir. Klasik narsist kişilik özellikleri, şiirlerde tefahür olarak karşımıza çıkmaktadır. Klasik şairlerin kendileri ile övünmelerini tefahür, temeddüh, enaniyet, benlik kavramlarını kullanarak ifade etmek mümkünse de söz konusu övünme olunca divan şairleri arasında Nef’î kadar ileri giden megaloman tavrını bu denli yüksek perdeden dile getiren olmamıştır. Şairin kendini tüm şairlerden üstün görmesi ve sanatıyla övünüp kendini dev aynasında görmesi, narsist kişiliğin en temel özelliklerindendir. Bu bağlamda fahriyleriyle ön plana çıkan Nef’î, narsizmin tüm özelliklerinin kendisinde tezahür ettiği bir kişilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir kişilik bozukluğu olan narsisizmin Nef’î’nin şiirlerine yansımasının nedenlerini erken çocukluk dönemlerinde aramak gerekir. 17. yüzyıl şairi olan Nef’î’nin şiirleri her ne kadar psikanalizin ortaya çıkıp gelişmesinden önceki asırlarda yazılmış olsa bile bu şiirleri, narsisizmi baz alarak okumak ve tahlil etmek mümkündür. Bu çalışmada Nef’î’nin şiirleri, psikanalizin çalışma alanı içerisinde yer alan “narsisizm” baz alınarak şiirlerin tahlil edilmesi amaçlanarak Nef’î’nin hayatından, kişiliğinden ve şiirlerinden hareketle narsist yönü ortaya konmaya çalışılacak ve tavırlarındaki tutarsızlığın psikolojik nedenleri üzerinde durulacaktır