Fen - Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Bildiri Metinleri Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 42
  • Öğe
    Mehmet Günsür’ün öykülerinde üslup
    (İksad Yayınevi, 2019-04-20) Karadeniz, Mustafa
    1955 yılında İstanbul’da doğan Mehmet Günsür, çağdaş Türk edebiyatının kıymetli öykücülerden biridir. Resim, fotoğrafçılık gibi sanatların yanı sıra edebiyatla da tutkulu bir bağ kuran Günsür’ün ilk öykü kitabı olan Caique 1995 yılında yayımlanır. 2003 yılında yayımlanan İçeriye Bakan Kim? adlı öykü kitabıyla, Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görülür. Bu ödülden bir yıl sonra, ardında “bir mücevher kitap” bırakarak kalp krizi sonucu hayata veda eder. Günsür, yarım asrı bulmamış kısa ama yoğun bir hayattan damıttıklarını, özgünlüğü ve yazma titizliğini elden bırakmayan bir üslupla öykülerine aktarmıştır. Türk öykücülüğünde kıymetli bir yere sahip olduğu yolundaki gerekçeli yargıları, onun bu titizlenen dil ve anlatım işçiliğinde aramak gerekir. İçeriye Bakan Kim?, yalın ama yoğun, nesir ama şiir gibi bir dil ve anlatım tavrıyla dikkat çeken on sekiz öyküden oluşur. Kitaptaki öyküler, sakin ve yumuşak anlatım ritmiyle, usulca oluşturulan atmosferiyle dikkat çeker. Sahip oldukları doğallık ve samimiyet, öykü kişilerine derinlik ve yoğunluk kazandırır. Dahası, karakterlerin ayrıntılarda belirginleşen incelikli, duyarlıklı ve melankolik kişilik özellikleri, öykülerin atmosferiyle de uyum içindedir. İçeriye Bakan Kim? adlı öykü kitabının, içerdiği söz konusu üslup özellikleri yönünden bir incelemeye tabii tutulması, bu bildirinin konusunu oluşturmaktadır.
  • Öğe
    Bir mekân iki dünya: Sezai Karakoç ve İlhan Berk'in İstanbul algısı
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2012-11) Karadeniz, Mustafa
    Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri, biçim ve içerik yönünden renkli ve çok sesli birgörünüm sergiler. Farklı sanat algıları ve dünya görüşleri doğrultusunda üretilen şiirlerdeşairlerin; insana, tarihe, mekâna yönelik algılamalarının farklı olduğu görülür. Öyle ki, aynıtopluluğa mensup sanatçılar arasında bile yazınsal ve düşünsel bağlanımlar bakımındanihtilaflar söz konusu olabilmişti.Türk şiirinin iki önemli ismi, Sezai Karakoç ve İlhan Berk, aynı topluluğa mensupolsalar da, estetik temayülleri ve dünya görüşleri itibariyle birbirlerinden ayrılırlar. Şiirinin“şahdamar”ını İslam mistisizminin oluşturduğu Karakoç, modern şiir dilini kullanarakTürk şiirini mistik/metafizik bir düzleme taşımıştır. Sanat anlayışının temel ekseninioluşturan bu fikrî temayül, onun ele aldığı temalara ve imge kullanımına sirayet etmiştir.Düşünsel açıdan İkinci Yeni şiirinin Marksist/materyalist kanadına mensup İlhan Berk ise,sanat yaşamı boyunca sürekli yeni bir şiir dili ve biçemi yaratmanın kaygısıyla hareketetmiştir. Bu avangard/deneysel tavır, Berk’in şiirlerini verili kalıpların ötesine taşımıştır. Karakoç ve Berk’in poetik ve - özellikle - fikrî temayülleri arasındaki farklılıklar,onların İstanbul’u alımlama tarzlarına da sirayet etmiştir. Karakoç, İstanbul’u İslam medeni yeti için “diriliş”in, yeniden doğuşun kalbi olarak değerlendirirken, İlhan Berkİstanbul’a, “bir tepeden” değil halkın içinden bakmış, şehri bağrında yaşattığı çeşitli etnikve dinî unsurlarla bir dünya şehri olarak algılamıştır. Söz konusu iki şairin, İstanbul eksen alınarak, estetik ve - özellikle - fikrîtemayülleri arasındaki farklılık ve benzerlikler açısından bir mukayeseye tabii tutulması bu bildirinin konusunu oluşturmaktadır.
  • Öğe
    Necip Fazıl Kısakürek’in poetikasına mekân dolayımında bakmak
    (Asos Yayınevi, 2018-10-24) Karadeniz, Mustafa
    Necip Fazıl Kısakürek, duyarlığı, sesi, imgelerinin özgünlüğü ile Cumhuriyet Dönemi Türk şiirinin öncü şairlerinden biridir. Kısakürek’in asıl kıymeti, Cumhuriyet sonrası Türk şiirine mistik-metafizik anlayışı, İslam tasavvufunu ve ruhî hayatın derin izlerini getirmesidir. Kısakürek’e göre şiirin başlıca gayesi, mutlak hakikati (Allah’ı) sır ve güzellik yolunda ebediyen arama işidir. Şiire yüklenen bu amaç, şairin insana, maddeye, doğaya, evrene ve mekâna bakışını da etkiler. 1963 yılında yazdığı “Canım İstanbul” şiiri, Kısakürek’in poetikasının mekân üzerinden pratiğe dökülmüş bir hâli gibidir. Söz konusu şiirde İstanbul; tarihî, kültürel ve İslâmî dokusuyla mutlak hakikati arama işinin âdeta bir sembolü olarak kullanılmıştır.Bu bildiri, Necip Fazıl Kısakürek’in poetikasının temellerini oluşturan düşüncelere Canım İstanbul şiiri yoluyla mekân üzerinden bakmayı ve şairin şiir estetiğindeki poetik ve pratik tutarlılığı işaretlemeyi amaçlamaktadır.
  • Öğe
    Postmodern dil felsefesinin edebiyat kuramındaki yansımaları, çok dillilik ve kültürlülük: fındık sekiz örneği
    (Asos Yayınevi, 2017-05-17) Karadeniz, Mustafa; Evis, Ahmet
    Postmodernizm felsefe ve edebiyat alanında boy gösterdiği ilk andan günümüze dek etkilerini gittikçe arttırarak devam ettirmektedir. Postmodernistler, özellikle modernist eleştiri merkezinde rasyonel gerçekliği, tekelci kültür ve dil anlayışını hiçbir şekilde kabul etmeyen radikal söylemlerde bulunurlar. Bu doğrultuda, kuramsal yönden dilin odağa alındığı ve alımlama estetiğine dayanan yeni fakat orijinallikten uzak çok katmanlı bir dil anlayışı geliştirirler. Zira sosyal medya, televizyon, internet gibi kitle iletişim araçlarıyla evrenselleşen, kültürel yönden sınırların kalktığı günümüz dünyasında postmodernist düşüncenin savunduğu çoğulcu anlayışa paralel biçimde dil ve kültürlerde bir melezleşme, zenginleşme görülür. Bu durum doğal olarak kısa süre içerisinde postmodern edebî eserlere de yansıyarak çok dilli ve kültürlerin iç içe girdiği bir yapı ortaya çıkarır. Yapılan bu çalışmayla postmodern felsefe ile belirginleşen çok kültürlü ve çok dilli anlayışın kültürel, sosyal ve edebî yönü Fındık Sekiz eseri üzerinden açıklanmaya ve örneklenmeye çalışılmıştır. Küreselleşen dünyanın ortak değer ve dil anlayışı karşısında postmodernistlerin ortaya attıkları çoğulcu düşünce biçimi, pratik ve teoride tartışılmıştır. Postmodern edebiyat kuramının her türden sınırlandırmayı ve tasnifi reddeden tavrı nedeniyle inceleme esnasında bazen yazar bazen okur bazen de metin odaklı analizlere başvurulmuştur. İncelemeye esas olan Fındık Sekiz romanına yapılan göndermelerle, dil-kültür anlayışında postmodernist tavrın belirgin yönleri vurgulanmış ve elde edilen bulgular ışığında çok kültürlülüğün ve çoğul dilsel kullanımın postmodernist düşünceye büyük oranda uygun olarak eserde tatbik edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Böylece postmodernizmin Türk toplumu ve edebiyatında dil-kültür ilişkisi bakımından ne şekilde ve derecede yer ettiği söz konusu eser etrafında açıklanmıştır
  • Öğe
    Cemal Süreya’da şiirsel dönüşümün bir göstereni olarak kuş imgesi
    (ASOS Yayınları, 2016-10) Karadeniz, Mustafa
    İkinci Yeni şairleri, gerek şiirlerinde gerekse poetik metinlerinde imge konusuna ilişkin düşüncelerini dile getirmiştir. İlhan Berk’ten sonra kavrama en fazla değinen şair Cemal Süreya’dır. Süreya’nın şiirlerindeki imge yoğunluğunu ve bir imgenin kitaptan kitaba nasıl bir dönüşüm geçirdiğini izleyebilmek için izi sürülebilecek imgelerden biri de kuş imgesidir. “Kadın” ve onunla ilişkili unsurlardan sonra Süreya’nın şiirlerinde en sık başvurduğu imgenin “kuş” olduğu söylenebilir. Bu imge, şiirlerde toplam 56 kez geçer. Bu toplamın şiir kitaplarına dağılımı, Süreya şiirinin biçim ve öz bakımından gösterdiği değişimle de paralellikler arz eder. İlk üç kitapta biçim ve öz bakımından izlenebilen coşkulu açılım ve genişleme, genelde olumlu anlamlar içeren kuş imgesinin yoğun kullanımı üzerinden de izlenebilmektedir. Üvercinka, Göçebe ve Beni Öp Sonra Doğur Beni kitaplarında sayısı kademeli olarak artan kuş imgesi, Süreya şiirinde durgunluğun ve giderek bir daralmanın ve “söz yitimi”nin meydana geldiği Uçurumda Açan, Sıcak Nal ve Güz Bitiği kitaplarında dikkat çekici bir şekilde azalır. Bu bildiri, Cemal Süreya şiirinde imgenin işlevini ve onun şiir çizelgesinde zaman içinde biçim ve öz bakımından meydana gelen dönüşümü kuş imgesinin kullanım yoğunluğu ve tarzı üzerinden ortaya koyabilmeyi amaçlamaktadır.
  • Öğe
    Tuvaldeki İstanbul: Bedri Rahmi Eyuboğlu’da mekân algısı
    (İksad Yayınevi, 2018-09-12) Karadeniz, Mustafa
    Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri, biçim ve içerik yönünden renkli ve çok sesli bir görünüm sergiler. Milli edebiyat hareketiyle dil alanında yaşanan devrim niteliğindeki sadeleşme, sonraki dönemlerde meydana gelecek gelişmelerin habercisi gibidir. Türk şiirindeki gerek şekil gerekse içerik bağlamındaki bu çeşitlilik, farklı sanat algıları ve dünya görüşleri doğrultusunda şiirler yazan şairlerin; insana, tarihe, mekâna yönelik algılamalarında farklılıklar yaratmıştır. İnsan, tarih ve mekân olgularının bir arada alınmasına imkân veren başlıca unsurlardan biri de şehirlerdir. Bu bağlamda İstanbul; tarihî, kültürel ve kozmopolit yapısıyla her dönemde, şairlerin kayıtsız kalamadığı ve kendilerince anlamlar yükleyerek sembolleştirdikleri bir mekân olmuştur. Ancak İstanbul’un eksen alındığı şiirlerde şehrin, hemen her zaman, şairin dünya görüşü ve sanat telakkisi doğrultusunda alımlanmaya, anlamlandırılmaya çalışıldığı görülür. Dolayısıyla, odaklanılan mekân aynı olsa da yaratılmaya çalışılan manzara ve bu manzaraya yüklenen anlam çoğunlukla farklılaşmıştır. Türk Edebiyatı’nın daha ziyade ressam oluşuyla ün yapan şairlerinden olan Bedri Rahmi Eyuboğlu, şiirlerinde İstanbul’u müstakil bir şekilde ele alan sanatçılardan biridir. Şiiri şekil bulmuş resim, resmi şekillenmiş şiir olarak değerlendiren şair, ışığa kavuşan her şeyi büyük bir aşkla incelemiş, bu aşkı renkler ve çizgiler aracılığıyla sunmaya çalışmıştır. “İstanbul Destanı” şiirinde ressam oluşunun da etkisiyle her yönüyle ele alınan bir İstanbul manzarası çizmeye çalışmıştır. Ama oluşturulan bu manzara boya ve fırça ile tuvale değil, kelimelerle zihinlerde yaratılan, çizilen bir İstanbul tablosudur. Bedri Rahmi Eyuboğlu manzum hikâye geleneğinden ve ressamlığından tevarüs eden unsurlar paralelinde İstanbul’u her kesiminden insanları ve bu insanların türlü türlü halleriyle çok renkli bir tablo halinde şiir düzlemine yansıtmıştır. Bu bildiri, Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun sanat ve dünya görüşü doğrultusunda nasıl bir mekân algısına sahip olduğunu, onun “İstanbul Destanı” şiirinden hareketle serimlemeyi amaçlamaktadı
  • Öğe
    Selçuk Baran’ın Haziran adlı öykü kitabındaki kişilerin karakter özellikleri ve hayattan beklentileri
    (İksad Yayınevi, 2018-09-12) Karadeniz, Mustafa
    Selçuk Baran, Cumhuriyet Dönemi Türk Öykücülüğü’nün gölgede kalmış, görmezden gelinmiş yazarlarından biridir. Baran yaklaşık 30 yıl süren yazı yaşamına yedi öykü kitabı, üç roman, günlük ve yayımlanmamış notlar sığdırır. Hakkında konuşan ve yazanların mutabık olduğu temel nokta, onun hassas, kırılgan, incelikli ve bile isteye yazma eylemine sırt çevirmiş olmasıdır. İlk öykü kitabı Haziran’la, 1973’te Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü’nü, ikinci öykü kitabı Anaların Hakkı’yla 1978 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı alacak kadar ilgi devşirse de, edebiyat çevreleri ve okurlarca görmezden gelinmesine yönelik bir kırgınlığı daima içinde taşımıştır. Bu kırgınlığa özel hayatında yaşadığı sorunlar ve bunlardan kaynaklanan ruhsal bunalımlar da eklenince giderek yazma eyleminden uzaklaşmıştır. Nitekim 1994 yılında yazmaktan tümden vazgeçmiştir. Büyük bir umut ve hevesle başlayan yazarlık sürecine kişisel bir tercih olarak son veren Baran’ın hassas, kırılgan ve mahzun kişilik özellikleri onun eserlerine de doğal olarak, sirayet etmiştir. İlk kitabı Haziran’dan son romanı Güz Gelmeden’e kadar yazdığı eserlerde kendi yaşamından edindiği tecrübeleri, iyi bir gözlem gücü ve edebî duyarlıkla kurgu düzlemine aktarmıştır. Baran’ın Haziran’daki öykülerinde, öykü kişilerinin karakter özellikleri ve buna bağlı olarak hayattan beklentileri öyküdeki temaları da belirlemiştir. Bir “iç hayat” öykücüsü olan Baran’ın, öykülerinde ele aldığı temalar birey eksenlidir. Karakter özellikleri itibariyle birbirine benzeyen öykü kişilerinin, yaşadıkları hayattan duyduğu memnuniyetsizlik, bundan menkul arayış, iletişimsizlik, sevgi ve şefkat talebi, yabancılaşma, hayata tutunma isteği, yalnızlık gibi temalar Haziran’daki öykülerin odaklandığı başlıca insanî durumlardır. Öykülerin arka planın oluşturan toplumsal ve siyasal hayatta meydana gelen değişimler, birey üzerinde yarattığı etkiler bağlamında ele alınmıştır. Bu bildiride, Selçuk Baran’ın ilk öykü kitabı olan Haziran (1972), öykü kişilerinin karakter özellikleri ve buna bağlı olarak hayattan beklentileri bağlamında incelenmiştir. Bu inceleme yoluyla “bir yazma kırgını” olarak nitelendirilen yazarın dünya görüşü, duygu ve düşünce evreniyle, söz konusu öykü kişilerinin karakter özellikleri ve bunların hayattan beklentileri arasındaki paralelliklere odaklanılmaya çalışılmıştır.
  • Öğe
    Osmanlı’da kitabın yazılış serüveni
    (Batman Üniversitesi, 2012-10) Bozkurt, Kenan
  • Öğe
    Fuzûlî’de kadın güzelliği ve bu güzelliğin işlevi
    (Batman Üniversitesi, 2017-03) Bozkurt, Kenan
  • Öğe
    Fuzûlî’de erkek güzelliği ve mahiyeti
    (Fırat Üniversitesi, 2016-10) Bozkurt, Kenan
    Fuzûlî’nin güzelliğe dair mecâzları erişilmez bir kadına duyulan aşkı ifade eden klasik modelin tesiri altında olmasına rağmen şiirlerinde her zaman ilâhî tecellîgâh olarak güzelliğin ve aşkın ana objesinin kadın olmadığı da görülür. Şâirin bazen ele aldığı güzellin bir kadın olduğuna dair işaretler oldukça açık gibi görünmekle beraber bazen bu işaretler, erkek için de kullanılmaktadır. Şâir, birçok şiirinde çok açık bir şekilde tüyü bitmemiş erkek çocukların güzelliğine methiyeler dizdiğine şahit oluruz. Ayrıca şair, tellak övgüsünün yer aldığı ve bazı araştırmacıların homoseksüel bir eğilim olarak gösterdiği gazelinde kadın güzelliğine dizdiği methiyelerin benzerini tellak için de dizerek erkek güzelliğine olan tutkusunu anlatır. Bu bildirimizde Fuzûlî’nin şiirlerinde ele aldığı erkek güzelliğinin mahiyetini ve bu güzelliğe yapılan övgünün gayesini irdelemeye çalışıp şâirin şiirlerinde erkek güzelliğinin işlevi üzerinde duracağız.
  • Öğe
    Şabân-I Sivrihisârî’nin Kıyâfet-Nâmesinde Aristo estetiğinin yansımaları
    (ASOS Yayınları, 2018-04-02) Bozkurt, Kenan
    Bir şeyi sezmek, anlamak, iç yüzünü keşfetmek gibi anlamlara gelen ilm-i firâsetin bir kolu olan ilm-i kiyafet (fizyonomi), insanlarin beden yapilarindan, uzuvlarindan ve bu uzvun özelliklerinden hareketle kişilerin özellikleri hakkinda bilgi veren ilimdir. Bu alanda ilk eser verenlerden biri Aristo’dur. Aristo, fizyonomiyi kişilerin ruh halini öğrenmek için kullanir. Aristo, “De Natura Animalium/ Hayvanlar Doğasi Üzerine” isimli çalişmasinda beden ve yüz yapisi ile insanin karakter özellikleri arasinda bağlanti kurulmaktadir. Aristo’ya göre, insanin beden ve yüz yapisinin belli bir hayvana benzemesi, onun karakter özelliklerini ortaya koymaktadir. Aristo insanin yüz yapisi, gözleri, alni, kafa yapisi, derisinin rengi, saçinin rengi, gözünün rengi, bedenin tüy örtüsü, sesinin tonu, yürüyüşü, beden hareketleri, bakişlari, boyu ile ilgili karakter özelliklerini hayvanlardaki benzer özelliklerle kiyaslamaktadir. İslam âleminde bu tarzda eserler kaleme alma, tercüme faaliyetleriyle beraber hiz kazanmiş; kiyâfet-nâme adi altinda Arapça, Farsça ve Türkçe çok sayida eser yazilmiştir. Aristo’nun insana dair ele aldiği tüm hususlari, kiyâfet-nâme yazarlari da ele almiş ve tüm bu unsurlari tek tek incelemiştir. Bu ilim her ne kadar beden yapisi ve kişilik arasindaki ilişkileri ele alsa da güzellik hususu söz konusu olduğunda mutlak bir estetik kistas üzerinden hareket edildiği görülmektedir. Aristo, eseriyle bu ilmin ilk mümessili kabul edilmesinden dolayi Aristo estetiğinin temel özelliklerinin bu tür eserlerde açik bir şekilde kendini gösterdiğine şahit olmaktayiz. Özellikle kiyâfet-nâmelerin “mutedil güzellik” bahsinde Aristo estetiğinin içkin güzelliği önceleyerek oluşturduğu ölçü, düzen, küçüklük ve büyüklük gibi temel kistaslarin göz önünde bulundurulduğu ve kiyâfet-nâme yazarlarinin mutedil güzelliği bu ölçüler işiğinda açikladiklarini görmekteyiz. Bu çalişmamizda Aristo estetiğinden temel kavramlarindan hareketle Şabân-i Sivrihisârî’nin Kiyâfet-nâmesi’nde ele alinan mutedil güzellik bahsini ele alip Aristo estetiğinin bu kiyâfet-nâmedeki etkilerini irdelemeye çalişacağiz
  • Öğe
    Tarihe tanıklık bağlamında tarih düşüre sanatı ve Lebîb’in tarihleri
    (Şarkiyat Bilim ve Hikmet Vakfı Yayınları, 2017-11) Bozkurt, Kenan
  • Öğe
    Oidipal bir okuma: Nef’î’de babasızlık
    (ISPEC Publishing, 2020-02) Bozkurt, Kenan; Yalçın, İdris
    “Babalık” annelikten çok farklı bir duygu olup annelik gibi içgüdüsel ve biyolojik yanı yoktur. Babalık, çocukla baba arasında kurulan kan bağının zorunlu bir sonucu olduğu gibi tarihsel, sosyal, bir olgu olup topluma ve zamana göre de değişiklik göstermektedir. Ancak bu değişim, çocuk için asla söz konusu değildir ve çocuk için baba kendi içinde birçok anlamı barındıran ideal bir figürdür ve bu figürün çocuğun hayatında olmayışı, çocuk için hayatının sonraki evreleri için büyük travmaların oluşmasına sebep olur. Freud, baba yokluğunu bir problem olarak ele aldığı gibi varlığını da travmatik bir olgu olarak ele alır. Freud, bunu Oidipus Sendrom’u olarak ele alır ve bu sendromu, Psikanalitik inceleme yönteminin temel yapı taşlarından olan ve baba kıskançlığı, babayı ortadan kaldırma olarak tanımlar. Ona göre bu sendrom, rüyalarda, edebi metinlerde, sanatsal çalışmalarda farklı şekillerde karşımıza çıkar. 19. Yüzyılda Freud’la önemli gelişmeler katetmiş olan psikanalitik inceleme yöntemi, övme, övünme ve sövme şairi olarak şöhret bulmuş; 17. Yüzyılın ünlü kaside ve hiciv şairi Nef’î’nin şiirlerine uygulandığında araştırmacılara şairin bilinç dışının karanlık dehlizlerine farklı bir yolculuk yapma imkânı tanır. Zira divan şairleri için araştırmacılar tarafından pek de inceleme konusu yapılmamış olan psikanalitik yöntem Nef’î’nin bebeklik ve çocukluk döneminde yaşanılanların şairin ruh dünyası üzerindeki etkilerini göstermesi ve bunun şiirlerine yansımasını ortaya koyması açısından önemlidir. Nef’î, küçük yaşta babasının ailesini terk ederek ikbal uğruna Kırım hanına nedim olmasını bir türlü kabullenememiş ve Sihâm-ı Kazâ adlı eserinin ilk manzumesinde babasını bu tutumundan dolayı hicvetmiştir. Edebiyat tarihleri, Nef’î’nin bu tutumunu “babasının bile onun hiciv oklarından kurtulamadığı” şeklinde ele almış olsalar da Freud’un psikanaliz edebiyat kuramında şairin babasını hicvetmesi, onun salt heccav karakterinden kaynaklı olmadığını bize göstermektedir. Freud’a göre şairin babasını hicvetmesi, babasının kendisini terk etmesinin kendisinde yarattığı travma ve bu travmanın şiirsel formdaki babadan öç alma duygusunun tezahürüdür. Bu çalışmada Nef’î’nin Sihâm-ı Kazâ adlı eserinde babasına yazdığı hicivden ve diğer şiirlerinden hareketle babasız kalmasının şairin ruh dünyasında meydana getirdiği tahribat ve onun babaya karşı takındığı olumsuz tavır, Freud’un psikanaliz edebiyat kuramı ve Oidipus Sendromu’ndan hareketle izah edilmeye çalışılmıştır.
  • Öğe
    Nef’î’nin şiirlerinde narsisizmin yansımaları
    (ISPEC Publishing, 2020-02) Bozkurt, Kenan; Yalçın, İdris
    Edebî eserlere psikolojik bir bakış açısıyla yaklaşıp bu eserleri psikanalitik yöntemle tahlil etmek Freud’la başlamış ve sonraki psikologlar tarafından geliştirilmiştir. Psikanilitik eleştiri yöntemi sayesinde sanatçıların hayatlarından hareketle bilinçdışının derinliklerine inilmiş ve oradan hareketle edebi eserlerin oluşum süreci hakkında saptamalarda bulunulmuştur. Edebî eserde dile getirilenler bu yöntemle analiz edilmiştir. Bu analizlerde narsizmin önemli bir yeri vardır. Günümüzde kişiliğin tespitinde kullanılan “narsisizm” adını Yunan mitolojisinde sudaki yansımasını görünce o yansımaya, yani kendi kendine âşık olan, ona ulaşmak için suya düşüp boğulan genç ve yakışıklı Narkisos’tan alır. Kişinin kendisindeki eksikliklere karşı geliştirmiş olduğu bir tür savunma mekanizması olan narsisizm kişinin tüm ilgiyi kendisinde toplama gayesidir. Klasik narsist kişilik özellikleri, şiirlerde tefahür olarak karşımıza çıkmaktadır. Klasik şairlerin kendileri ile övünmelerini tefahür, temeddüh, enaniyet, benlik kavramlarını kullanarak ifade etmek mümkünse de söz konusu övünme olunca divan şairleri arasında Nef’î kadar ileri giden megaloman tavrını bu denli yüksek perdeden dile getiren olmamıştır. Şairin kendini tüm şairlerden üstün görmesi ve sanatıyla övünüp kendini dev aynasında görmesi, narsist kişiliğin en temel özelliklerindendir. Bu bağlamda fahriyleriyle ön plana çıkan Nef’î, narsizmin tüm özelliklerinin kendisinde tezahür ettiği bir kişilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir kişilik bozukluğu olan narsisizmin Nef’î’nin şiirlerine yansımasının nedenlerini erken çocukluk dönemlerinde aramak gerekir. 17. yüzyıl şairi olan Nef’î’nin şiirleri her ne kadar psikanalizin ortaya çıkıp gelişmesinden önceki asırlarda yazılmış olsa bile bu şiirleri, narsisizmi baz alarak okumak ve tahlil etmek mümkündür. Bu çalışmada Nef’î’nin şiirleri, psikanalizin çalışma alanı içerisinde yer alan “narsisizm” baz alınarak şiirlerin tahlil edilmesi amaçlanarak Nef’î’nin hayatından, kişiliğinden ve şiirlerinden hareketle narsist yönü ortaya konmaya çalışılacak ve tavırlarındaki tutarsızlığın psikolojik nedenleri üzerinde durulacaktır
  • Öğe
    Hamdullah Hamdî’nin Yusûf u Züleyhâ Mesnevisinde erginleşme mekânları
    (ISPEC Publishing, 2020-02) Bozkurt, Kenan; Bezenmiş, Tuba
    Dünyaya düşüşüyle başlayan insanoğlunun serüveni; insanoğlunun ortak belleği olan mitos, epos ve masallarda bireyin içsel değişim, dönüşüm süreci sembolik bir şekilde mekân değişikliğiyle kendini göstermiştir. Varoluş macerası olan insanlığın bilinçaltında kodlanmış aşama ve dönüşüm arketipleri olan kolektif motifler, anlatı metinlerinde görülür. Bu serüvende ‘evrensel kod’ olarak yer alan arketipler, bu anlatı metinlerinde kolektif motifi, Jung arketip olarak adlandırır. Ve insanın varoluş serüveninde evrensel kod olarak yer alır. Bu bağlamda serüven tamamen aşama arketipine bağlıdır. Serüvenin itmama ulaşması adına aşama arketipi yani monomit ile kahraman macera çağrısına kayıtsız kalmayıp merhale ve sınamalardan geçmesi ile bilincinin farkına varıp hakiki ben’i elde edecek ve tasavvufî manada eşyanın ardında gizlenen hikmeti idrak etme noktasına gelecektir. Yolculuk aşamasında kişinin mistik açıdan tamamlanabilmesi ve varoluşun idrakine varabilmesi için ‘kapalı mekânlar’ elbette kaçınılmaz bir geçiş merhalesidir. Anne rahmine benzetilen bu kapalı ve dar mekânlar, mitoslarda kahramanın erginleşme serüveninde onun benlik hazinesini keşfetmesini sağlayan birer mekân olarak karşımıza çıkmaktadır. Kahramanın girişmiş olduğu yolculukta başından geçen serüven, Jung’un ortaya koyduğu analitik psikoloji ekolü ile kişinin bireyleşime ulaşması adına kapalı dar mekânlar, sembolik manada kat etmesi gereken aşamalarından biridir. Tasavvufî öğretide ise kahramanın olgunlaşmasını sağlayan bu dar ve kapalı mekânlar çile/uzlet merhalesinde salikin içine girdiği çile hücresiyle örtüşmektedir. Bu bağlamda kahramanın girdiği kapalı mekânlar, hem tasavvufî literatürde hem de Jung’un analitik sembolizminde kahramanı olgunlaştırma, dönüştürme ve sonsuza dokunabilme istidadını keşfetmekle yeni bir “ben”in teşekkülünde önemli bir rol üstlenir. Bu çalışmamızda bir aşk mesnevisi olarak ön plana çıkan Hamdullah Hamdî’nin Yusuf u Züleyha mesnevisinden hareketle mekânın mesnevi kahramanlarının değişim/ dönüşümü üzerindeki etkisi irdelenerek mesnevide geçen kapalı ve dar mekânlar Jung’un analitik sembolizm kuramına göre irdelenecektir.
  • Öğe
    Yûsuf Halis Efendi’nin şiirlerinde vatan sevgisi
    (ISPEC Publishing, 2020-02) Bozkurt, Kenan
    Vatan kavramı, genel anlamda insanın doğup büyüdüğü, hayatını idame ettiği, aynı millet ve dilden insanların birlikte yaşadıkları toprak parçası olarak kullanılmaktadır. Osmanlı düşüncesinde homojen bir millet mefhumunun söz konusu olmamasından dolayı vatan kavramıyla Osmanlı devletinin hükmettiği tüm topraklar kastedilmiştir. Modern anlamda bir ulusun kimliğiyle bütünleşmiş, egemen bir otoritenin hegemonyasındaki kara parçası anlamındaki vatan kavramı, Batı ulus-devlet fikrinin Osmanlıya sirayetiyle, yani Tanzimat’ın ilanıyla ve Batı’yla etkileşime girmeyle ortaya çıkmıştır. Her ne kadar Tanzimat’la ulusçuluk akımlarının etkisiyle Osmanlının 19. yüzyılda içine düştüğü çözülme sürecinden kurtulması amaçlanmışsa da bu, pek mümkün olmamıştır. Zira 19. yüzyıl Osmanlı devletinin içte ve dışta çok ciddi sıkıntılar yaşadığı bir yüzyıldır. Batı toplumu siyasî, sosyal edebî, ekonomik ve askerî bakımdan Osmanlı devletinden üstün olmuş ve bu üstünlük Osmanlı tarafından da kabul görülmüştür. Batı’nın askerî teknolojisi karşısında her geçen gün kan kaybeden ve dağılma sürecine giren Osmanlı devleti, dağılmanın önüne geçmek için Batı ilmi ve fenninden yararlanmayı amaçlamış ve bunun için de Avrupa’ya öğrenciler göndermiş; içte de bir dizi ıslahata giderek dağılmayı engellemeye çalışmıştır. Ancak bütün bu çabalar, devletin çözülüşünü engellemediği gibi savaşlar ve işgaller, millî duyarlılığa sahip dönemin aydınlarında derin yaralar açmıştır. Bâb-ı Ali Tercüme Odası’nda mütercim olarak görev yapan ve Osmanlı aydınları içinde Fransızca bilen ilk isimlerden biri olan Yûsuf Hâlis Efendi, bu acıyı en derin yaşayan şahsiyetlerden biridir. Kırım Savaşı boyunca kâleme aldığı şiirlerde Osmanlı ordusunu morallen desteklemeye çalışmış, şiirlerinde millet ve vatan kavramına büyük bir yer vermiştir. Denebilir ki Yûsuf Hâlis, klasik şiirde sevgilinin yurdu anlamına gelen vatan kavramını, modern anlamda kullanarak uğrunda mücadele edilmesi gereken en yüce değer olarak görmüş, vatanı uğrunda can verilmesi gereken bir ideal olarak konumlamıştır. Onun şiirlerinde vatan, bayrak, hürriyet gibi değerler poetikasının da amacını oluşturmaktadır. Özellikle kâleme aldığı Vatan Kasidesi, vatan sevgisinin en yoğun olarak görüldüğü manzumesidir. Bu çalışmada vatan kavramı ele alınarak Yûsuf Hâlis Efendi’nin Vatan Kasidesi’nden hareketle şâirin vatan kavramına yüklediği anlam ve vatan sevgisi teması irdelenecektir.