Fen - Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Bildiri Metinleri Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 41
  • Öğe
    Moğolların Mardin kuşatması ve geride bıraktıkları izler
    (İksad Yayınevi, 2017-12) Gördeğir, Ercan
    Cengiz Han devrinde batıya yönelen Moğollar Harezimliler’e ilk darbeyi vurarak karşı konulamaz ordularına İran ve yakın doğu yolunu açtılar. Cengiz Handan sonra torunu Hülagü 1250 tarihinde bütün Moğolların beşte biri büyüklüğünde bir ordu ile tekrar Maveraünnehir ve İran topraklarına girip 1256 tarihinde yüzyıllardır İslam ülkelerinin korkulu rüyası olan İsmaillilerin kalesi Alamut’u aldı. Bundan iki yıl sonra dönemin Müslümanları için dini merkez olan Bağdat Abbasi Halifeliğini ortadan kaldırmayı da başararak İran merkezli devletini kurdu. Moğolların Ortadoğu’da ulaşmak istedikleri diğer bir hedefleri ise Memlukleri de ortadan kaldırarak sınırlarını büyük okyanustan Akdeniz’e kadar genişletmekti. Ancak Memluklere karşı 1260 yılında Filistin’in Ayn-ı Calut mevkiinde tarihlerin en büyük yenilgisini almaları Moğolları büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. Bu savaş ve yenilgi aynı zamanda Moğolların İran temsilcisi olan İlhanlılara, Memluklerin en ciddi rakip olduğunu ve bundan sonraki bütün ilişki ve politikalarını bu rakiplerini göz önünde bulundurarak planlamaları gerektiğini öğretti. İşte tam bu noktada İlhanlılar kendilerine yeni müttefikler aradılar. Savaş meydanında gösterdikleri bütün başarıları gölgelendiren Ayn-ı Calut mağlubiyetinin öcünü almak ve söz konusu emellerine ulaşmak için önce kendilerine Suriye yolunu açacak bir müttefik aradılar. Bu amaç doğrultusunda Hülagü Han (1256-1265) 1257 yılında Mardin ve çevresini kuşattı. Bu dönemde Mardin ve çevresine hâkim bulunan Artuklular, Moğollar için yukardaki amaca hizmet edecek bir müttefik durumunda idiler. Bundan dolayı Hülagü Han Mardin kalesinin alınmasına çok büyük önem vermiş ve muhasaranın yaklaşık iki sene sürmesine rağmen geri çekilmemiştir. Ancak Mardin’i Moğollara karşı savunan Mardin Artuklu Hükümdarı Necmeddin Gazi’nin ölmesi üzerine onun yerine geçen oğlu Kara Aslan şehri Moğollara teslim etmek için Hülagü Han ile yazışmış neticede şehir Moğollara teslim edilmiştir. Buna karşılık olarak Kara Aslan’a Diyarbakır, Elcezire ve çevresinin hakimiyeti verilmiştir. Böylece Moğollar kendileri için her bakımdan stratejik bir müttefik edinirlerken Artuklular da İlhanılar gibi dönemin süper gücü konumundaki bir devletin desteğini kazanmışlardır. Bu araştırmaya konu olan Moğolların Mardin Kuşatması ve Geride Bıraktıkları İzler konulu çalışmamız da tam bu noktada başlamaktadır. Bu çalışmada Moğolların Mardin’e nasıl ve ne amaçla geldiklerini, bölgenin siyaset ve kültürünü nasıl etkilediklerini, bölgenin birliğine ne gibi etkide bulundukları gibi soruları cevaplandıracağız. Yine İlhanlı Artuklu ilişkilerini ve bu ilişkilerin bölgenin diğer Türkmen beylikleri ile Moğolların sürekli çatışma halinde olmasına rağmen nasıl en üst düzeyde dünürlük ile sonuçlandığı konusu da çalışmamızda üzerinde durduğumuz diğer bir konu olacaktır
  • Öğe
    Bir Türk aydınının Avrupa emperyalizmine tepkisi: Mehmet Akif Ersoy
    (İksad Yayınevi, 2019-03-23) Karlangıç, Osman
    Mehmet Akif’in yaşadığı devir Avrupa emperyalizminin dünyayı en acımasız yöntemlerle sömürme çabalarının doruk noktasına çıktığı döneme denk gelir. Emperyalist mücadelede rekabet kızışmış, Osmanlı Devleti büyük güçlerin en önemli hedeflerinden birini teşkil etmiştir. Mehmet Akif işte böyle bir dönemde Avrupa’nın hümanist söylemlerinin uygulamalarıyla örtüşmediğini dünyaya haykıran bir Türk aydını olarak belirir. Osmanlı Devleti’nde emperyalizmin hedefleri konusunda ilk uyanan aydınlardan biridir. Avrupalı devletlerin politikalarını güçlü bir tarih şuuruyla doğru tahlil etmiştir. Avrupa merkezli sömürü düzeninin Müslümanlar ve Osmanlı Devleti için ne anlama geldiğini anlatmak için çırpınmıştır. Öyle ki vaazlarında, şiirlerinde, neredeyse her konuşmasında milletini uyarmayı görev bilmiştir. Özellikle kavmiyetçiliğin Müslümanları iflah olmaz bir yola sürüklediğini, eğer erken uyanılmazsa bunun sonunun ölüm olacağını ve geri dönüş imkânının kalmayacağını ifade etmiştir. Bu endişeleri dile getirdikten sonra birlikte hareket etmek için hala geç kalınmadığını vurgulamıştır. II. Meşrutiyet, Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele dönemi yazıları, vaazları çoğu defa bu uyarılarla doludur. Emperyalizmle mücadelenin çok çalışmayla, birlik ve beraberlikle mümkün olacağını sürekli olarak dile getirmiştir. Özellikle Sevr Antlaşması’yla Türk milletini nelerin beklediğini anlatmış, bu konuda bir bilinç oluşturmaya çalışmıştır. Mehmet Akif emperyalizme karşı milletinin sesi, kalemi olmuş, belki de binlerce kılıcın yapamayacağını bir kalemde yaparak milletini Avrupa’nın emperyalist hedeflerine karşı ruhen birleştirmeyi başarabilmiş ve Milli Mücadele’nin manevi lideri olarak anılmayı hak etmiştir. Şair, emperyalizme ya da “medeniyete(!)” karşı öfke doludur. Bu öfke Avrupa’nın bilimine, teknolojisine karşı değil; medeniyet kavramını kullanarak başka milletlere en vahşi uygulamaları reva görmelerinedir. Kısacası medeniyet söylemlerinin arkasına saklanılarak uygulanan ikiyüzlülüğedir. Bu çalışmada; Mehmet Akif Ersoy’un Avrupa emperyalizmine karşı kalemiyle, söylemiyle ve hareketleriyle tepkisi üzerinde durulacaktır.
  • Öğe
    İsabel Fry ve Türk çağdaşlaşmasındaki yeri
    (İksad Yayınevi, 2018-05-15) Özteke, Fahri
    Yaşantısının büyük kısmını çocuk eğitimine adamış olan İngiliz Pedagog İsabel Fry(1869- 1958), II. Meşrutiyet’in ilanından kısa bir süre sonra İstanbul’a gelmiştir. İsabel Fry, Osmanlı Devlet adamlarının daveti üzerine Türkiye’de bulunmuştur. İngiliz eğitim sisteminin reform sürecini çok iyi bilen bir uzman olarak İsabel Fry, Osmanlı maarif sistemi ve kurumları üzerine incelemeler yapmıştır. Ülkemizde eğitimin birikmiş meselelerine yakından tanıklık ettikten sonra bu konu hakkında detaylı bir rapor hazırlamıştır. İngiliz uzmana göre Osmanlılarda kız çocuklarının eğitim düzeyleri, olanakları ve öğretmenlerin donanımları Avrupa’dakilerle kıyaslanmayacak kadar geri durumdaydı. Okulların müfredatlarını da oldukça yetersiz bulan İsabel Fry, Osmanlılarda yabancı dil eğitimine çok geç başlanıldığına dikkat çekmiştir. Osmanlı maarif sisteminde köklü bir değişime ihtiyaç duyulduğunu tespit eden İsabel Fry, Avrupa’dan getirilecek tecrübeli öğretmenlerin Türkiye’de en az beş yıl kalması gerektiğini öne sürmüştür. Ülkemize Avrupa’dan gelen ilk kadın eğitimcilerden birisi olan İsabel Fry’ın Maarif Nezareti’ne sunduğu rapordan sonra kız okullarında kısmi bir iyileşme yaşanmıştır. Fakat dönemin ağır koşulları İsabel Fry’ın raporundaki tespitlerin hayata geçirilmesine mani olmuştur. İşlerinin yoğunluğundan dolayı Türkiye’de ancak bir yıl ikamet edebilen İsabel Fry’ın eğitim hakkındaki görüşleri İttihat ve Terakki üzerinde bir hayli etki bırakmıştır. İsabel Fry, 31 Mart Vak’asından sonra Halide Edip’i Londra’ya davet etmiştir. Halide Edip İngiltere’de yakından tanıma fırsatı bulduğu İsabel Fry’ın özelikle kız çocuklarının eğitimi ile ilgili düşüncelerinin tesirinde kalmıştır. Halide Edip’in zihninde zamanla yerleşen kadın imgesine tesir eden bilim insanlarından birisi de İsabel Fry Oldu. Halide Edip’in zihin dünyasında bıraktığı etkiler açısından İsabel Fry dolaylı olarak Türkiye’de kadın haklarının gelişmesine de katkı sağlamıştır.
  • Öğe
    Güneydoğu Anadolu Bölgesinde açılmış halkevlerinin sosyokültürel yapıya etkileri
    (İksad Publications House, 2018-05-15) Özteke, Fahri
    Tek parti döneminde ulusal ve çağdaş bir eğitim öğretim sistemi meydana getirme ülküsüyle açılmış devrim kurumlarının başında Halkevleri gelmiştir. Halkevleri sıradan bir eğitim öğretim kurumu olmanın ötesinde toplumsal yapıya doğrudan tesir etmiş kültür merkezleri olarak da dikkat çekmiştir. Güneydoğu Anadolu Bölgesinde 1934 yılından başlayarak 1949 yılına kadar 152 Halkevi ve Halkodası açılmıştır. Bu kurumlar Cumhuriyet kadrolarının yeni kimlik inşasında bölge insanına karşı sergilediği hümanist karakterli endoktrinasyonel uygulamaların mühim bir göstergesidir. Güneydoğu Anadolu bölgesinin çok parçalı etnik yapısından dolayı Halkevleri ve Halkodalarında Türkçe konuşma, okuma ve yazma kurslarına ayrıca önem verilmiştir. Bu kurslar sayesinde 1950’li yılların başında bölge insanının yarıdan fazlası okuryazar hale gelmiştir. Halkevleri aracılığıyla bölge kadınları kamusal yaşamda görünür olmaya başladığı gibi çağdaş ve çekirdek aile yapısı hakkında da daha fazla bilgi edinmişlerdir. Aşiretlerden dolayı yüz yıllardır feodal yapının egemen olduğu Güneydoğu Anadolu bölgesinde, Halkevlerinin sosyal etkinlikleri özgür yurttaş tanımına uygun bireylerin sayısının artmasını sağlamıştır. Halkevleri ve Halkodalarının bando kulüpleri yöre halkını çağdaş müzikle tanıştırmıştır. Halkevlerinin Güzel Sanatlar Şubeleri bölgede sosyal dokunun evrilmesine önemli ölçüde katkıda bulunmuştur. Radyo gibi teknolojik araçlar o günün koşullarında ancak Halkevleri vasıtasıyla Güneydoğu Anadolu bölgesinde bilinmeye başlanmıştır. Halkevleri ve Halkodaları şehirlerden kırsala kadar bölgede ulusal bayramların kutlanmasına öncülük etmiştir. Demokrat Parti iktidarının ilk zamanlarına kadar bölgede çalışmalarını sürdüren Halkevleri, birçok fakir çocuğa sahip çıkarak onların topluma kazandırılmasını sağlamıştır. Halkevleri bünyesinde açılmış poliklinikler Cumhuriyet hükümetlerinin başka bir şekilde de bölgeye sağlık hizmetleri ulaştırmasına yardım etmiştir. Cumhuriyet Halk Partisine bağlı olarak etkinliklerde bulunmuş Halkevleri çeşitli alanlarda sundukları hizmetlerle Güneydoğu Anadolu bölgesinde sosyal devrimlerin hayata geçirilmesini kolaylaştırmıştır.
  • Öğe
    Destek verdiği devrimlerle bir başka açıdan Darü’l-Fünun
    (İksad Publications House, 2018) Özteke, Fahri
    Darü’l-fünun Türk çağdaşlaşmasında konumu itibarıyla en hassas kurumlardan biridir. 1863-1933 yılları arasında kesintilerle yaklaşık 70 yıl boyunca varlığını sürdürmüştür. Okul özellikle kökten yenilikçi çevreler tarafından değişikliklere kapalı bir tutum sergilemekle suçlanmıştır. Oysa Osmanlılar zamanındaki uygulamalar sayesinde ülkemizde sivil eğitime başlanılan ilk eğitim kurumu, bilimsel alanda uluslararası işbirliğinin önemine vurgu yapılmış ilk resmi müessese, medeni hukukun akademik mantıkla öğretildiği ilk yer Darü’l-fünun olmuştur. Sultan II. Abdülhamit’in gayretleriyle Darü’l-fünun bünyesinde tesis edilen Ulum-ı Aliye-i Diniye şubesi, Cumhuriyet Dönemi yüksek din eğitimi uygulamalarına temel teşkil etmiştir. II. Meşrutiyet Dönemi’nde Darü’l-fünun sayesinde kız çocuklarına yükseköğrenim imkânının sunulması Türkiye’de karma eğitime geçişin önünü açan ilk gelişmelerden biridir. Atatürk, “timsal-i medeniyet Darü’l-fünun olacaktır” prensibinden hareketle Cumhuriyetin ilanının ardından okula büyük önem vermiştir. Cumhuriyet Darü’l-fünun’u dil-alfabe devrimi, şapka iktisası kanunu, ibadet dilinin yerlileştirilmesi, ibadethanelerin tasnifi ve tarikat kurumlarının kapatılması gibi hayati öneme sahip devrimlerin açık bir biçimde yanında yer almıştır. Ancak Osmanlı dönemini anımsatan görüntüsünden tam anlamıyla kurtulamaması ve bir türlü çağdaş üniversite ayarına yükselememesi sonucunda Darü’l-fünun Atatürk’ün talimatıyla kapatılmıştır. Ülkemizde yükseköğrenimin çekirdeğini meydana getirmiş okul üniversite reformu kapsamında tarihi işlevini tamamlamıştır
  • Öğe
    Din adamlarının ibadet dilinin yerlileştirilmesine karşı gösterdiği olumlu ve olumsuz tepkiler
    (İksad Publications House, 2018) Özteke, Fahri
    İslam Tarihi’nde ana dilde ibadet sorunsalı Hz. Ömer’in hilafet döneminde doğrudan dile getirilmeye başlanmıştır. Avrupa’da ise kutsal metinler XV. yüzyılla beraber Latince dışındaki diğer dillere tercüme edilmiştir. Türklerde Karahanlılar, Anadolu Selçukluları, Akkoyunlular ve Beylikler Döneminde ibadet dilinin yerlileştirilmesine dair bazı teşebbüslerde bulunulmuştur. Fakat ibadet dilinin Türkçe olarak gerçekleştirilmesi ile ilgili ilk ciddi girişimler XIX. yüzyılın ikinci yarısında aynı zamanda bir din adamı da olan Ali Suavi tarafından yapıldı. II. Meşrutiyet Dönemi’ne gelindiğinde Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi düşünürler dışında din adamları da bu konuda meseleye müdahil olarak fikir beyan etmişlerdir. Mehmet Ubeydullah, Musa Kazım, Mustafa Hayri Efendi ve M. Şerafettin Yaltkaya bu din adamlarının başında gelen isimler olmuştur. Atatürk, ilerleyen yıllarda ibadet dilinin mutlak suretle millileştirileceğini Milli Mücadele yıllarındaki uygulamaları ve söylemleri ile zaman zaman ifade etmiştir. Bir devrim kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı 1924-1950 yılları arasında ibadet dilinin Türkçe olarak gerçekleştirilmesi ile ilgili çalışmalara öncülük etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nde Türkçe ibadet tartışmaları özellikle şu üç ana eksen etrafında gerçekleşmiştir: Türkçe Kur’an-ı Kerim, Türkçe hutbe ve Türkçe namaz. Başta İsmail Hakkı İzmirli, Elmalı Hamdi Yazır, Mehmet Akif Ersoy, Mustafa Sabri Efendi, Mehmet Cemaleddin Efendi, Hafız Yaşar Okur, Hafız Rıfat Bey, Müfid Efendi, Kamil Miras, Babanzade Ahmet Naim ve Ahmet Hamdi Akseki olmak üzere Cumhuriyet Dönemi’nde birçok din adamı ve düşünür Türkçe ibadet ile ilgili tartışmalara bir şekilde katılmışlardır. 1950 yılına gelindiğinde Türkiye’de iktidar değişmiş ve ibadet dilinde Arapçaya dönülmesi konusunda halkın desteği de alınarak ciddi adımlar atılmıştır. Ancak 1950-1960 arasında da özellikle basın üzerinden ibadet dilinin yerlileştirilmesi ile ilgili tartışmalar yine devam etmiştir
  • Öğe
    II. Dünya Savaşı yıllarında kamusal alana yönelik din hizmetleri
    (İksad Publications House, 2018-02-15) Özteke, Fahri
    Cumhuriyet tarihimizin en zor dönemlerinin başında II. Dünya Savaşı yılları gelmektedir. Ekonomik, askeri ve siyasi açıdan ülke olarak çok zor bir süreçten geçilmiştir. Yaşanan sıkıntılar sosyal alanda da kendisini hissettirmiştir. Böyle hassas bir dönemde din hizmetlerinin düzenli yürütülmesi meselesi sıklıkla gündeme gelmiştir. Fakat bu konuda yaşananlarla ilgili yapılmış bilimsel çalışmaların sayısı da oldukça azdır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, II. Dünya Savaşı yıllarında yurttaşları üzerinde din hizmetlerinin aksamadığı intibahı meydana getirmeyi esas politikalarından biri olarak kabul etmiştir. Bu yüzden Diyanet İşleri Başkanlığı eskiye nazaran daha aktif bir rol oynamıştır. Devlet bu dönemde gerçekleştirmek istediklerini halka anlatmak için camileri adeta bir üs olarak kullanmıştır. Milli ekonominin güçlenmesini temin etmek maksadıyla hutbelerde yerli malı kullanımı teşvik edilmiştir. Atatürk Dönemi’nde uygulamaya başlanan ana dilde ibadet edilmesi projesine sadık kalınmıştır. II. Dünya Savaşı yıllarında Milli Eğitim Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı, köy enstitülerinin işlevinin tam olarak anlatılması ve kız çocuklarının eğitim düzeylerinin yükseltilmesi konusunda ortak çalışmalar yapmışlardır. Ancak İsmet İnönü ve hükümet yetkilileri özellikle dış politikada hayati meseleleri çözüme kavuşturmaya çalışırken dinsel alana dair yapılan müspet gayretleri halka tam olarak duyuramamışlardır. 1926-1949 yılları arasında çeşitli nedenlere bağlı olarak 2815 cami ve mescidin satışının yapılmasına karşın, 1942-1945 yılları arasında ise tarihi öneme sahip 100 kadar caminin tadilatı gerçekleştirilmiştir. Aynı süreçte güvenlik ve konaklama gerekçesiyle camilerin başka şekilde kullanılması ile ilgili ise kamuoyu yeterince bilgilendirilmemiştir. Kişisel uygulamalardaki hataların yol açtığı yanlış anlaşılmalar, halkın inançlarına yönelik bazı isteklerin koşullar gereği dikkate alınmayışı ve mali zorluklar din hizmetleri konusunda bu döneme özgü olumsuz bir algının meydana gelmesine sebebiyet vermiştir. Özellikle din görevlisi sayısındaki yetersizlik kamuoyunda ciddi rahatsızlıklara neden olmuştur. Bu yaşananların resmi bir kanalla devlet erkânına iletilmesi ise ilk defa 1945’te Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla yapılmıştır. Dönemin hükümeti yapılan bu ihtara karşı olumsuz bir refleks göstermediği gibi eleştirileri dikkate değer bulmuştur.
  • Öğe
    Yakın dönem tarihimizde Türk kadınının kıyafetle sınavı
    (İksad Publications House, 2018-02-15) Özteke, Fahri
    Tarih boyunca dünyaya kıyafet konusunda rol model olmuş Türk milleti, kadınına birçok konuda pozitif ayrımcılık yapmıştır. Fakat 18. yüzyıldan itibaren Türk kadınının kıyafetlerine dair bir takım tartışmalar yapılmaya başlandı. İlk olarak İstanbul’da yaşayan kadınlara dair 1726’da yayınlanmış bir fermanla kılık kıyafet düzenlemesi yapıldı. Bu şekilde başlayan süreç yaklaşık olarak 200 yılı aşarak devam etmiştir. Sultan II. Mahmut ve Tanzimat dönemlerinde de kadın giysilerine yönelik düzenlemeler yapılmıştır. Kadın kıyafetlerinde görülen değişiklikler erkeklere nazaran daha yavaş olmuştur. Bu değişim kırsalda daha az gözlemlenmiştir. Meşrutiyet Dönemi, kadın kıyafetleri açısından önemli gelişmelere tanıklık etmiştir. Dini konulardaki hassasiyetleriyle bilinen Sultan II. Abdülhamit zamanında 2 Nisan 1892’de yapılmış bir düzenlemeyle güvenlik gerekçesiyle çarşaf yasaklanmıştır. Benzer uygulama 1930 seçimlerinin ardından Cumhuriyet Halk Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın istekleri üzerine de hayata geçirilmiştir. Çağdaşlaşma sürecinde kadın kıyafetlerine dair atılan adımlar gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet dönemlerinde benzerlikler arz etmektedir. I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında bazı gelişmeler yaşansa da kadın kıyafeti konusundaki girişimler geri plana itilmiştir. Türk Rönesansını gerçekleştiren Atatürk, kadın kılık kıyafeti ile ilgili cesur adımlar atılmasına öncülük etmiştir. Cumhuriyet Dönemi’nde kadının kamusal alanda nasıl giyinmesi gerektiği meselesi sık sık tartışma konusu yapılmıştır. İlk olarak 1924’te Maarif Vekâleti kadın öğretmenlerin yüzleri açık bir biçimde derslere girmesine dair talimatname yayınlamıştır. 1924-1935 yılları arasında peçe ve çarşaf başta olmak üzere kadın giysileri ile ilgili önemli girişimler gerçekleştirilmiştir. Bu girişimlere yerel yöneticiler kadar din görevlileri, basın mensupları, aydınlar ve tüccarlar gibi toplumun diğer katmanları da müdahil olmuştur. Kadın giysileri ile ilgili tartışmalarda israfa kaçılmaması gerektiği, Avrupalı kadınlara duyulan özentinin dışa yansıması, toplumdaki ahlaki yapının olumsuz etkilenmesi ve çağdaşlaşma hareketlerinin hız kazanması merkeze konumlanmış konular olarak dikkat çekmiştir. Yakın dönem Türkiye tarihinde kadın kıyafetlerinin yerli unsurlar tarafından üretilmesinin milli ekonomiye olan katkısı da ön plana çıkmış konulardan biri olmuştur. Türk kadınının kıyafeti üzerinden gerçekleştirilmiş tartışmalar 21. yüzyılın başına denk uzanmıştır.
  • Öğe
    Asar-İ İslamiye ve Milliye Tedkik Encümeni’nden Afet İnan’a Milli tarih bilincinin inşası
    (Asos Yayınevi, 2017-12-28) Özteke, Fahri
    Ülkemizde birçok alanda olduğu gibi tarihçiliğimizin de bilimsel anlamda mesafe kat etmeye başlaması II. Meşrutiyet Dönemi’nde gerçekleşmiştir. II. Meşrutiyet Dönemi’nde tarih çalışmalarının milli ve ilmi bir temele yerleşmeye başlamasına en fazla katkıda bulunan kurumlardan biri de Asar-i İslamiye ve Milliye Tedkik Encümeni olmuştur. Encümenin kuruluş felsefesi Türk toplumunun sosyal köklerini araştırıp ortaya çıkarmak üzerine bina edilmiştir. Bu kurumun, kurucu üyelerinin büyük bir bölümü Cumhuriyetimizin eğitim sisteminin mimarları olup Atatürk tarafından takdir edilmiş bilginlerdir. Asar-i İslamiye ve Milliye Tedkik Encümeni üyeleri Milli Tetebbular Mecmuası ile ilmi birikimlerini kamuoyuyla paylaşmışlardır. Milli Tetebbular Mecmuası’nın yayın hayatı kısa sürse de ülkemizde tarih alanında çıkartılmış ilk önemli akademik dergilerden biridir. Asar-i İslamiye ve Milliye Tedkik Encümeni ve aynı dönemde kurulan Türk Ocaklarının II. Meşrutiyet ve Mütareke dönemlerinde yaptığı çalışmalar, Atatürk Dönemi’ndeki milli tarihçilik anlayışının temelini teşkil etmiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra tarihçiliğimizin milli bir anlayışla bilimsel temelde gelişme göstermesine en çok katkı da bulunanların başında model Türk kadını Afet İnan gelmiştir. Afet İnan, Atatürk zamanındaki tarih çalışmalarının adeta koordinatörlüğünü üstlenmiştir. Türk Tarih Kurumu’nun inşası ve Belleten’in bilim dünyasına kazandırılmasında Afet İnan’ın büyük rolü olmuştur
  • Öğe
    Kadınlar Dünyası Gazetesinin Milli Hâkimiyet konusuna yaklaşımı
    (Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, 2019-12) Özteke, Fahri
  • Öğe
    878 Numaralı Şer’iyye Siciline göre Ankaralı kadınların giyim-kuşam kültürü
    (Asos Yayınevi, 2019-10-04) Alaca, Hanife
    Toplumsal tarih araştırmalarında en önemli kaynaklardan biri hiç şüphesiz ki şer‘iyye sicilleridir. Şer‘iyye sicilleri içerisinde yer alan tereke kayıtları, ölen kişinin geride bıraktığı malları gösteren belgelerdir. Tereke kayıtlarında bulunan bilgiler o döneme ait ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan önemlidirler. Bu çalışmada, 1799-1800 yılları arasında Ankara’da kadın-giyim kuşamı incelenecektir. Şer’iyye sicilleri içerisinde yer alan tereke kayıtlarından hareketle 18. yüzyılın ikinci yarısında Ankara’da kadın giyim kuşamı ayrıntılı olarak ele alınacaktır. Bu çalışmamızın temel kaynağını 878 Numaralı Ankara Şer’iyye sicilinde yer alan tereke kayıtları oluşturmaktadır.
  • Öğe
    Suriye bağımsızlık mücadelesinin Milli Mücadele’de Güney Cephesi’ne etkileri
    (İksad Yayınevi, 2019-12-16) İdem, Tekin
    Bu çalışmada, Fransızlara karşı Suriye’de başlayan bağımsızlık mücadelesinin aynı tarihlerde Güney Cephesi’nde yürütülen Türk Milli Mücadelesi’ne etkileri üzerinde durulmuştur. I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanması halinde Irak, Suriye ve Arabistan coğrafyasını kapsayan Bağımsız Arap Krallığı vaadi üzerine Müslüman Araplar Osmanlı Devleti’ne isyan etmişlerdir. Arapları Osmanlı Devleti’ne karşı kullanmak için Bağımsız Arap Krallığı vaadinde bulunulmuşsa da İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan Sykes-Picot Antlaşması’nda Ortadoğu İngiltere ve Fransa arasında paylaşılmıştır. I. Dünya Savaşı sonrasında kısa süreliğine Ortadoğu’da Şerif Hüseyin ve oğulları Abdullah ile Faysal idaresinde Bağımsız Arabistan kurulmuş olsa da bu idare Avrupa siyasetinin gerçekleri ile örtüşmediği için devam ettirilmemiştir. Suriye’nin Faysal idaresinden alınarak Fransızlara devredileceğinin öğrenilmesi üzerine Suriyeli Müslüman Araplar aldatıldıklarının farkına varmışlar ve Fransa’ya karşı bağımsızlık mücadelesi başlatmışlardır. Güney Cephesi’ndeki işgal ve idarelerinden dolayı Fransızlara karşı Türk Milli Mücadelesi’nin de başlamış olması Fransa’yı Suriye ve Güney Anadolu’da oldukça zor bir duruma sokmuştur. Bu durumun farkına varan Mustafa Kemal Paşa; Suriye bağımsızlık savaşını destekleyerek Fransa’nın Güney Anadolu’daki işgalini sonlandırmasını sağlamaya çalışan bir siyaset izlemiştir. Uygulanan bu siyaset kısa sürede sonuç vermiş ve George Picot, Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek ve Anadolu’daki Fransız askerlerini çekecek uygun bir zemin oluşturmak için Sivas’a gitmek zorunda kalmıştır. Bağımsız Arabistan vaadiyle isyana zorlanan Arapların, Avrupa tarafından aldatılması üzerine Suriye’de başlayan bağımsızlık mücadelesi sadece Suriye’deki gelişmeleri etkilememiş, Güney Cephesi’ndeki Türk Milli Mücadelesi’ni doğrudan etkilemiştir.
  • Öğe
    Raman Dağı’nda petrol arama çalışmaları ve ekonomik değerli petrol kaynaklarının keşfi
    (İksad Yayınevi, 2019-03-23) İdem, Tekin
    Türkiye, enerjide dışa bağımlığını azaltmak için 1925 yılından itibaren petrol arama çalışmalarına başlamıştır. Yaklaşık 20 bölgede jeolojik etüt çalışmaları yapıldıktan sonra Mardin ili Midyat ilçesine bağlı Basbirin, Hermes ve Kerbent bölgelerinde sondaj çalışmaları yapılmışsa da bu çalışmalardan sonuç alınamamıştır. Buralardaki çalışmalardan olumsuz sonuç alınması üzerine araştırmalar Siirt ili Beşiri ilçesi İluh nahiyesinde kaydırılmıştır. 24 Temmuz 1939 tarihinde başlatılan sondaj çalışmaları neticesinde Raman-1 kuyusunda 20 Nisan 1940’ta petrole rastlanılmıştır. İlerleyen zamanda Raman 2, 3, 5, 6 kuyuları açılmışsa da bu kuyulardan sonuç alınamamıştır. Raman-8 ve Raman-9 kuyularından günlük 130 tondan fazla petrol elde edilmesi üzerine Raman Dağı’nın petrol bölgesi olduğu kesinlik kazanmıştır. Raman Dağı’nda petrolün bulunması dönemin siyasetçileri ve bürokratları tarafından büyük bir müjde olarak paylaşılmıştır. Çıkarılan petrolün işlenmesi sorunu üzerine önce Meymuniye Boğazı Rafinerisi, ardından Batman Tecrübe Rafinerisi kurulmuştur. Petrolün bulunması, tren istasyonuna yakın bölgedeki rafineride işlenmesi tarım ve hayvancılıkla uğraşan halka yeni bir iş ve gelir kapısının açılmasına da neden olmuştur. Dicle Nehri’nden petrol kampına su getirilmesi, Raman Dağı’dan şehre kadar ki 25 km’lik yolun asfaltlanması işinde yöre halkından istifade edilmiştir. Petrol kampında ve rafineride çalışan işçilerin ihtiyaçları yeni hizmet kollarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu sayede İluh nahiyesi çevresindeki şehirlere oranla büyük bir ticari canlılığa kavuşmuştur. Bu canlılık sebebiyle 1940’ların başlarında 409 kişiden ibaret olan İluh nahiyesinin nüfusunun hızla artmasına; İluh nahiyesinin 1990’da 168.779 nüfuslu Batman vilayetine dönüşmesine neden olmuştur. Bu çalışmanın amacı; 1940’ların başlarında küçük bir nahiye iken 1990’da vilayet dönüşecek olan Batman’da ekonomik değere sahip ilk petrol kaynaklarının keşfedilmesi sürecinde Raman Dağı’nda yapılan petrol arama çalışmalarını ortaya koymaktır. Yine bu süreçte karşılaşılan güçlükler, çıkarılan petrolün işlenmesi sorunu çalışmanın konusudur
  • Öğe
    Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de petrol arama çalışmaları (1925-1940)
    (İksad Yayınevi, 2019-03-23) İdem, Tekin
    1925 yılında Musul Meselesi aleyhine sonuçlanmış olan Türkiye, enerjide dışa olan bağımlılığını azaltmak için petrol arama çalışmalarına ağırlık vermiştir. Petrol arama çalışmalarını kendi içerisinde iki dönemde ele almak gereklidir. Birinci dönem; petrol sahalarının tespiti sürecinin yaşandığı jeolojik etüt çalışmalarıdır. Başlangıçta Lüksemburglu Dr. Michel Lucius, 1929 yılından sonra ise ABD’de yaşayan mühendis Cevat Eyüp Taşman’ın Türkiye’ye gelmesi üzerine O’nun öncülüğünde jeolojik etüt çalışmaları yapılmıştır. Etüt çalışmaları Hükümet adına yapıldığı gibi yerli sermayedarlar ve yabancı şirketler de Hükümetten aldıkları izin üzerine bu petrol arama çalışmalarına katılmışlardır. Petrol arama çalışmalarının ilk günlerinde gerek kanuni altyapının bulunmaması gerekse kurumsal birikimin olmaması nedeniyle bu yöndeki eksiklikler de giderilmeye çalışılmıştır. Yapılan etüt çalışmaları ve zaman içerisinde petrol arama çalışmalarının kurumsal bir kimlik kazanması üzerine petrol arama çalışmalarında ikinci dönem başlamıştır. Bu dönemde ise eldeki veriler eşliğinde petrol bölgesi olduğu düşünülen yerlerde sondaj çalışmaları yapılmıştır. Dönemin İktisat Vekili Celal Bayar’ın da hazır bulunduğu bir törenle Mardin ili Midyat ilçesi Basbirin bölgesinde ilk sondaj kuyusu açılmıştır. 13 Ekim 1934 tarihinde başlatılan sondaj çalışmaları neticesinde Basbirin-1 ismi verilen kuyuda petrol emarelerine rastlanılmışsa da bu petrolün ekonomik bir değeri olmadığı gerekçesiyle 15 Haziran 1936’da sondaj kuyusu kapatılmıştır. Basbirin bölgesinden sonra Midyat ilçesindeki Hermis ve Kerbent bölgelerinde sondaj çalışmalarına devam edilmiştir. Sondaj çalışmalarından sonuç alınamaması üzerine Türkiye’nin ekonomik değerli ilk petrol kuyularının açılacağı Raman Dağı’nda çalışmaların devam etmesi kararlaştırılmıştır. Bu çalışmanın amacı; 1940 yılında Siirt vilayeti Beşiri İlçesi İluh (Batman) nahiyesinde ekonomik değer teşkil eden ilk petrol kaynakları tespit edilene kadar ki süreçte Türkiye’nin petrol arama çalışmalarını ortaya koymaktır
  • Öğe
    Birinci Dünya Savaşı sona ererken islahiye ve çevresinde Ermeni faaliyetleri
    (İksad Yayınevi, 2019-03-23) İdem, Tekin; Karlangıç, Osman
    Birinci Dünya Savaşı sürerken Ermenilerin Suriye bölgesine sevk ve iskânı gerçekleşmiş, böylece Adana çevresinde bir “Kilikya Ermenistanı” kurma ümitleri kaybolmaya yüz tutmuştu. Ermeniler, Osmanlı Devleti’nin savaşı kaybedeceğinin anlaşılması üzerine yeniden bölgeye gelmeye başladılar. 1918 yılından itibaren İslahiye ve çevresinde bazı silahlı faaliyetlere hız verdiler. Bölgedeki Ermenilere kaçak yollarla silah sevkiyatı yapıldı. Bu sevkiyatta Bağdat demiryolunun Osmaniye-İslahiye-Halep güzergâhını kullandılar. Böylece Ermeni çeteleri silahlandırıldı. Demiryolu hattında çalışan görevliler organizasyonda aktif olarak görev almakta ve ticari kazanç da elde etmekteydiler. Silahlı çeteler İslahiye çevresindeki köylerin bazılarının desteğini sağlarken, devlet yanlısı köyleri de tehdit etmekten geri durmadılar. Köylerden bir kısmının desteğini almaları, diğer bir kısmını da sindirmeleri Ermeni çetelerinin yakalanmasını güçleştirdi. Devlet çeşitli defalar silahlı çeteleri yakalamak için asker göndermesine rağmen ormanlık alan ve arazi şartları nedeniyle başarısız oldu. Osmanlı Devleti ne kadar olayların önüne geçmek için çabalasa da organizasyonun çeşitliliği ve işleyişi nedeniyle bölgedeki çete saldırılarının ve onlara silah aktarılmasının önüne geçemedi. Ermeni çetelerine birçok kesimden destek geliyordu. İslahiye’nin nüfuzlu şahsiyetleri, demiryolu üzerindeki istasyon görevlileri ve bazı askerler de bu organizasyonun içerisinde yer alıyordu. Silah sevkiyatında rol alan Müslüman devlet görevlileri ve İslahiye’nin nüfuzlu şahsiyetleri bu işin ticari boyutuyla da ilgileniyorlardı. Yoğun çalışmalar sonucunda Halep ile İslahiye arasındaki bağlantılar çözülmeye başladı. Bu çalışmanın amacı; Birinci Dünya Savaşı biterken İslahiye ve çevresinde Ermeni çetelerin faaliyetlerinde canlanma ve onlara silah sevkiyatı yapılması çabalarını ortaya koymaktır